‘Beni etkileyen iki Corum’lu; İbrahim Kaypakkaya ve İsmail Beşikci’ içerikli bir makale yayınlamam üzerine, daha sonraları, İbrahim Kaypakkaya ile düşünceleri kesişen bazı arkadaşlar, kendi aralarında yaptıkları “Geçmişi Değerlendirme ve Yüzleşme” adlı toplantıya, aynı çevreden bir arkadaşın önerisi ile ben de iştirak etmiştim.
Bu sohbet toplantısında, sıklıkla, “Patron Ağa Devleti” sözüne vurgu yapılıyor ve İbrahim Kaypakkaya’ya sadakat gösteriliyordu. Ancak konu; “Geçmişle Yüzleşme” olmasına rağmen, 40 yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen, geçmişe eleştirel bir yaklaşımın olmadığını, tüm yenilgi ve geçen zamana rağmen, kendilerini tekrarlayan bir gurup arkadaşın ortamında gördüm kendimi.
Tüm konuşmaları dikkatle, ama farklı bir şey söylenir beklentisi ile sabır içinde dinledim!
Beni çağıran arkadaş, sona doğru, “Aramızda İbrahim Kaypakkaya’dan etkilenen, fakat ayrı bir kulvarda mücadele eden bir arkadaş var, Ahmet Önal!. Kendisini dinlemek isteriz!” deyince, hazırlıksız olduğum bir toplantıda, söz almak zorunda kaldım! Konuşmama şöyle başladım;
“Benim İbrahim’den etkilenmem;
1- Ser verip sır vermeyen bir devrimci olması,
2- Türkiye sol hareketi içinde Kemalizm konusundaki değerlendirmeleri,
3- “Kürd ulusal mücadelesi, hangi sınıf ve ya sınıfların önderliğinde olursa olsun, özgürlüğünü hedeflediği müddetçe, Türkiye devrimci hareketi tarafından tereddütsüz desteklenmelidir.” demesi!
4- Çok genç (23) yaşında, yüklendiği devrimci sorumluluk ile sorunlara sadece dışarıda aldığı şablonlarla değil, içerde bir göz ile de sorgulayarak değerlendirmeye çalışması!
Ancak onun bu özellikleri, “kendisini izliyoruz” diyen, çok az takipçisinde varsa da ben pek rastlayamadım.. Zira İbrahim Kaypakkaya, tıpkı Dr. Şıvan gibi, gözlemlemeyi esas alırken, takipçileri kopyacılığı esas aldılar ve düşünsel dünyada hep yerlerinde çakılı kaldılar.
Öncelikle İbrahim Kaypakkaya, 1971, 1972’de yaptığı “Kemalizm faşizmdir!” tespiti, Türkiye sol siyasal hareketi içinde bir ilk iken, bu tespit daha kapsamlı olarak, daha önceleri Hikmet Buluttekin (Çeko) tarafından “Türk Ordusu’nun Niteliği”ne ilişkin KAK gurubunun lideri olarak, 1969’da yazdığı yazısında, “Kemalist Ordu, Doğuştan Faşist Ordudur” nitelendirmesi yapar. Dr. Şıvan ise Temmuz 1970’de Ankara’da, T.De KDP’nin Kuruluş Kongresi’ne “Feridun” mahlası ile sunduğu raporda, Kemalist devletin niteliğini “faşist, sömürgeci, soykırımcı, askeri bürokratik diktatörlük” olarak nitelendirir. Buna karşı mücadelede ise temel güç ve dayanaklarının, kendileri açısında; “Kürd milliyetçiliği” olduğunun altını çizer. Ardında parti çalışmalarına giriştiğinde, Kürd sosyolojisine göre bir örgütlenmeye girişir. Medrese eğitimli melalara, aşiret liderlerine, aydınlanmaya yatkın öğrenci ve meslek sahibi insanlara yönelirken, sınıf farkı ve ideolojisiyle gitmez. Tamamen Kürd milli taleplere cevap olacak ve özgürlük istemi ile gider.
Dr. Şıvan, ‘Sistemin genel değerlendirmesini yaptıktan sonra, sistem içindeki çekişme ve hükümet değişikliklerine göre gündemini değiştirmez. Çünkü, sömürgeci devletteki nispi değişiklikler, sistem açısında rahatlıklar sağlayabilir, ancak bu sömürgeye bir rahatlık sağlamaz!’ diye bakar.
Kısacası, İbrahim Kaypakkaya’daki “Patron Ağa Devleti” tespiti ve buradaki arkadaşların bu tespitte sebat etmeleri yanlıştır. Çünkü, “Ağalar” derken, Kürdistan’daki ağalar kast ediliyor. Bu Kürd ağaları, Kürd aşiret liderleridir. Bu liderler aşiretleri ile birlikte, sömürgeci soykırımcı siyasete karşı direnerek, alanlarına tutunmaya çalıştılar. Sürgün edilmeyi ve alanlarını kaybetmeyi reddettiler. Bu direnişleri ile Türkiye proletaryasından daha devrimci bir konuma düşerek rol oynadıkları için, o aşiret liderlerinin çoğu katledildi, asıldı, zindanlarda çürütüldü!’
Kaldı ki, bugün tüm sistem partilerinin ‘Doğunun geri kalmışlığının sebebi ağalıktır, aşiretçiliktir!’ diye hedef göstermeleri tesadüfi değildir. Bunu sağlıklı değerlendirmeye ihtiyaç vardır.
Kaldı ki, sömürge toplumun ağası nasıl ağadır. Bu da değerlendirilmelidir. ‘Feodalizm’ diye tespit edilen geniş toprak ağaları Kürdistan’da yoktur. Ancak, geniş soy bağına dayalı Kürd nüfus vardır. Bu nüfus, kendi içinde Kürd dilini, kültürünü, geleneklerini ve sistem içinde erimeyi önleyen, alanlarında tutunduğu için sistemin programını bozduğu için yüz yıllardır tasfiye edilmek isteniyor.’
Bu sözler ağzımdan çıktıkça, karşımda insanların alaycı bakışlarla güldüklerini izliyordum! Bunun üzerine örneklere girmek zorunda hissederek açmaya başladım:
“Sevgili dostlar,
Baban, Botan, Soran, Hakkari aşiret konfederasyonları şeklindeki yarı-devlet olan Kürd Beyliklerini Türkiye ve hatta Kürd sol ve genel olarak siyasi ve aydın çevreleri yeterince tartışamadı. Bu örnek belki uzak kaldı, daha yakına gelelim!
Osmanlının son döneminde Kürd Şeyh, Ağa ve eşrafından insanları nasıl sürdüklerini bilmeyip, Kürdleri sadece Hamidiye Alayları ile tarif etmek çok sakat bir anlayıştır. Tıpkı Kürdleri sadece Köy Korucuları ile tanımlamak gibi sakat bir anlayışa taşır ki, bu tablonun mini bir parçasına bakarak bir toplumu algılamaya koyulmak gibidir.
Qoçgiri(1919-1922)’de, Kürd dirilişinin başında Paşoyê Şadi, Cemal Bey, Alişan Bey, Haydar Bey ve diğer aşiret ağalarının çocukları vardı ki Alişêr Efendi, aşiretlere dayanarak mücadelesini sürdürüyordu.
1925 Kürd direnişi, kendisinden önceki Azadî Cemiyeti, ağırlıklı olarak aşiret ağaları, aşiret ağalarının çocukları, yakınları ya da aşiret çocukları idi. Misal Halit Begê Cibri, Yusuf Ziya vb. aşiret ileri gelenleri idi.
Şeyh Said ve arkadaşları Diyarbakır’da idam edildikten sonra, başta Pertek, Hozat vb. aşiretlerin özellikle de Hasan Hayrı Bey ve diğer aşiret ileri gelenlerinin de asılması üzerine sıranın kendilerine geleceğini Alişêrlerin de uyarısı ile düşünerek, yer yer pasif düzeyde tepki vermelerine bile tahammül gösteremeyen devlet, bu bölgedeki farklı aşiret lider ve mensuplarının 182’sini toplayıp Elazığ’da idam ettiklerini Şark İstiklal mahkemesi belgelerinden öğreniyoruz.
1925’ten 1938’e kadar Garzan’da Sason ve Melato dağlarında süren mücadele, Mala Eliyê Unis Qewmê Çîyê önderliğinde sürdürüldü. Ancak Mala Eliyê Unis de bir dağlı aşiret idi ve bölgelerini, yani alanlarını korumaya çalışıyorlardı.
Yine bu dönemde, Garzan ve Botan’da yerlerini kaybetmek istemeyen, sürgün ve katliamlara direnen aşiretleri görüyoruz.
Siz ‘Ağrı 1926-1930 Kürd ulusal dirilişi devrimci bir karşı koyuştur” diyorsunuz, ama Broyê Heskê Têlo’nun Celali aşiretinin ağası olduğunu bildiğinize emin değilim.
Aynı şekilde Haydaran aşireti Ağaları Nadir Bey ile Mehmet Beyi de bilmezsiniz! Sipikanlı Abdulmecid bey ve çocuklarını da bilmezsiniz.
Hesenanlı Silêmanê Ehmed, Halit Bey, Ferzende Beyi de bilmezsiniz.
Bekirilerin Ağası eşi Zeyno ile kafası kesilen Reşoyê Silo’yu da bilmezsiniz.
1930’da Geliyê Zilan’da öldürülenlerin arasında aşiret ağalarının ve yoksulların çocukları ayırımı yoktu. Ağrıdan Adana’ya yargılanmak üzere götürülen 750 kişiden ancak iki üç kişi kurtulabilmişken ve diğerlerinin hepsi öldürülürken de başta aşiret ve aşiret reislerinin çocukları vardı.
1937-1938’de katledilen Dersimliler, toplumsal olarak Kürd Rêya Heqiyê aşiretlerinin mensupları idi. İdam edilenler, aleni kurşuna dizilenler de aşiret ağaları idi…
1955’te Sivas’a sürgüne gönderilen Kürd ileri gelenleri de aşiret reislerinden mensuplar idi.
Bu konuda Kürdistanın diğer parçaları daha bariz örneklere haizdir. Anlaşılır olması için, Bakur ile örnekleri sınırlıyorum.
Şu ‘Patron’ kavramının tartışmasını size bırakıyorum, ancak ‘Ağa…’ kavramını kullanırken, bu tabloyu göz önünde bulundurmanızı istirham ediyorum.
Bu konu üzerinde dururken, aşiret örgütlenmesinin bizi bu duruma kadar getirdiğini, bundan sonra geleceğe taşıyacak dinamiğe sahip olmadığını, savunulması gereken modern ve devrimci normlara uyum sağlayan, bizleri ileriye taşıyacak ilkel değil, özgün ve sosyal normlara sahip etkinlikler ve örgütlenmeler olduğunu belirtmek isterim.
Zira, Kürd ulusal mücadelesi ile Türkiye devrimci mücadelesi, bir halkanın değil, farklı halkaların devrimidir. Bu konuyu da açmanız ve aşmanız gerekir!” diyerek sözümü bitirdim. ‘Varsa sorusu ya da bu konuda katkıda bulunacak arkadaş, buyursun!” dedim… Ses veren olmadığı gibi, salonu bir sessizlik sardı… Artık yüzüme bakıp alaycı gülümseyen arkadaş yoktu!
Konu sonraki toplantılarında tartışıldı mı bilmem…
Eğer bu konuyu daha derinlemesine tartışmak, analız etmek isteyen varsa, Yusuf Ziya Döğer’in Sitav Yayınları’nda çıkan “Kürd Aşiretlerinde Alan Koruma” kitabını okumalarını öneririm!
Bu kitap üzerine yazışmaların olacağını, bu konunun daha çok tartışılacağını belirterek, şimdilik bir giriş notu olarak okumanızı önererek yetinelim!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.