Ortadoğu’da gün geçtikçe ilerleyeceğimize karanlığa boğulmak düşüncesi toplumsal sorumluluk taşıyanlar için dehşet vericidir. Gezegenimizdeki uygarlık gelişimleri sık sık yer ve mekân değiştirse de Ortadoğu ilk uygarlığın gelişim merkezi olmasına rağmen çoğulculuğu esas alan demokrasiden, sosyal ve hukuk devleti olmaktan hâlâ çok uzaklardadır. Rönesans’ını yani yeniden doğuş sürecini gerçekleştirememesinden kaynaklandığı kesindir. Hurafeciliğin ve tarikatçılığın yaygın olduğu, aynı dinden bile her dinci gurubun diğer dinci gurubu hunharca doğrayarak cehenneme göndermek istediği, vahşet ve kıyım yapma karşılığında, cennette Tanrı’nın kendisine her gece yeniden bakireleşeceği onlarca genç kadın sunacağı sanısıyla sapkın fantezilerle ölüme koşan garip yaratıkların olduğu coğrafyamızdan söz ediyoruz. Bu dünyayı cehenneme çevireme karşılığında öbür dünyada cennet isteyen ciddi bir zihniyetten söz ediyoruz... Kürdlerin, çektiklerinden ve verdikleri mücadeleden olmalı ki önemli ölçüde uyanıp aydınlandılar. Ortadoğu’da karanlık karşıtı aydınlanma cephesinde olmaları ise gurur vericidir elbette; hele Kürd kadının burada ki rolüne saygı duymamak mümkün mü?
Demokrasisi gelişkin, sosyo-ekonomik ve kültürel olarak ivme kazanan ülkelerin insanları ülkelerine benzemeler. Kazandığımız bilinç ve ruh yaşadığımız tarihin ve toplumun bize sunduğudur. Bu nedenle bu çağda Kürdistan, Anadolu kısacası tüm Ortadoğu toplumları olarak talihsiz ve trajik bir konumdayız. Kürdler aydınlık cephesinde olsa da devlet olmadan tüm bu sorunların çözülmesi mümkün görülmüyor. Bunun siyasal, dinsel ve toplumsal nedenlerinin yanı sıra bizi yaralayan sonuçlarını görmek ve eleştirmek gerekiyor. Ezilenlerin sosyolojisi ve sömürge halkların ruhsal durumlarını yeterince ele alan düşünürlerimiz ise çok az.
Her süreç kendi içinde karşıtını barındırdığı gibi, tarihsel etkinliğimizde bir çatışma halinde bulunan egosal ve yaralayıcı ruhsal yönlere sahibiz. Çatışma ve birbirine kara çalma, kin ve nefret duyguları en çok ezilen insanların ruhsal durumlarında görülür. Farklı siyasi görüşe, anlayışa ve inanca sahip olmak önemlidir, çünkü “öteki “olduğu için gelişir ve anlam kazanırız. İşte bizler bu farklı oluşu beceremeyenlerdeniz. Oysa aydın olmak belli ölçüde ahlâki olgunluluk ve sorumluluk bilinci gerektirdiği gibi özgür düşünmeyi de gerekli kılar.
İnsan, iyinin ve kötünün ötesinde çelişkili, karmaşık ve dramatik bir varlık olsa da bu uygarlığı ve teknolojiyi yaratan olarak doğanın en güçlü varlığıdır. Güçlü olmak öldürmek değildir, önemli olan yaşatmaktır. Doksan yıllık bir ülkenin Cumhurbaşkanı Rojava’yı tehdit olarak gördüğünü ve orada bir statü sahibi olmalarına izin vermeyeceklerini söyledi. Yirmi milyon Kürdü ölüm cenderesine almış olman yetmiyor birde başka ülkelerde ki Kürdün ölümünü istiyorsun? O halde Rojava’da Akdeniz’e kadar inerek, Kürdistan’ı dünyaya açacak bir nefes borusu ile cevap vermek gerek. Koşullar fevkalade müsait, devletlerin çoğu kaos ortamlarından doğmuş. Bu proje Türkiye ve İŞİD ilişkilerini de sonlandıracak bir projedir. Unutulmasın ki Kürdler kimsenin topraklarını işgal etmiyor ve kaldı ki girdikleri yerde çoğulculuğu esas alan her halkın kendi değerleriyle özgür olduğu sistemi esas alınıyor. Akdeniz’e inmenin diğer bir önemi, Güney Kürdistan’ı Türkiye’nin şantajlarından kurtarmasıdır. Bu anlamda Türk ve Kürd ilişkileri komşuluk hukukuna dayanacağı için gerçek anlamda bir barış gerçekleşir.
Biz Kürtlerde parçalanmışlık ve sömürge koşullarından ötürü aydınlanma olmadı; hukuk, çevre ve estetik bilinç gelişmedi, saygı ve mutlu yaşam felsefesi de oluşmadı. Rönesans İtalya’nın şirin kenti olan Floransa’dan yola çıktı. Ankara ve İstanbul’dan bir aydınlanma yükselmiyorsa Diyarbakır’dan, Batman’dan Rojava’dan yükselmesi gerekir. Çünkü gerçek aydınlanma: insanın kendi tarihine ve kültürü ve hukukuyla sistemsel olması ve kalıcı değerler yaratmasıdır. Bu anlamda bizim devletleşerek uygarlaşmaya hava ve su kadar ihtiyacımız var. Salt “Kimseleri katletmedik, kimseye zülüm etmedik” deyip övünemeyiz. Kürtlerin birbirlerine yaptıkları zulmün haddi hesabı yoktur. Hukuk bilinci olmayan toplumlar duygularla davrandığından sonu gelmez acılara yol açıyor.
Uygarlaşmış ve uygarlaşamamış toplumlar vardır. Ortadoğu toplumlarında, felsefe, bilim ve teknoloji gelişmedi gelişmiyor.
Bu ulusların modern çağa, insanlığa katkı temelinde ciddi eserleri de yoktur. Neden yok? Bunun nedenleri de ayrı bir konu… Fakat bu halkların yönetimlerinin insanlığa zararlarını say sayabildiğin kadar…
Bu coğrafyalarda demokraside yok. Bu değerlerin olmadığı yerlerde hümanizm de olmaz. Benciliz, çıkarcıyız, ikiyüzlüyüz, emek vermeden kestirmeden kazanmak isteriz. Kendimize hak gördüğümüzü başkasına hak görmeyiz. Yargılamadan imha ederiz. Yargılarken hangi hukuka göre yargılamamız gerektiğini bile düşünmeyiz. Dumura uğramış yaralı benliklerimiz ve duygularımız, ruhumuzu esir almış. Dokularımızdaki hümanizmin ışıkları sönüktür.
Ortadoğu’da diktatörlüğü kabullenmiş toplumlarda herkes kendisinden zayıf olana zülüm eder. Kompleksliyiz, aşırı alınganız. Sistemi sorgulayamadığımız için en yakınımıza yönelik yapıcı bir eleştiri ile sorgulama arasındaki ayrımı bilmeyiz. İç sesimizi dinleyerek kendimizle ne kadar barışık olduğumuzu öğrenmeye çalışabiliyor muyuz? Kaçımız iç yüzümüzü görebiliyoruz? Kaçımız kendimizle yüzleşerek ruhumuza ayna tutuyor, ruhumuzu karartan ihtiraslarımızı elimine ediyor ve kendimizle hesaplaşıyor muyuz?
Yaraları saran ve acıları dindirenin sevgi olduğunu bildiğimiz halde sevmekte neden bu kadar cimriyiz? Oysa sevgi değil midir dünyayı döndüren, kainatı aydınlatan ve yaşamı anlamlı kılan… Paranın insanı erdemli kılmadığını, şiddetin şiddet, kinin kin doğurduğunu bildiğimiz halde neden bu kirli duygu ve düşünceler sarmalından bir türlü kurtulamıyoruz? Neden acıları paylaşmasını bilmiyoruz? Çünkü gerçek anlamıyla kendi içimize dönüp verimli olmaktan, öğrenmekten, aydınlanmaktan korkuyor üreten, bilen insanlardan nefret ediyoruz.
Kürtçe şarkı söyledi diye katledilenlerimiz oldu; empatimiz ve adalet duygumuz gelişkin olsaydı linç etme güdülerimiz olur muydu? Oysa 35 yıldır bu çatışma ortamı, bu yas, bu matem, bu acılar öğretici olmalıydı.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.