İnsanlık tarihi; bireyin dinsel ve felsefi anlayışlarla kendisini, toplumu ve evreni anlama çabasına dayalı düşünsel üretimin toplamı olarak ifade edilebilir. Her anlayışın bunlara yönelik farklı okuma biçimlerine dayanan kavrayışlar üreterek bu kavrayış biçimlerine uygun toplum tasavvuru oluşturmaya çalıştığına şahitlik etmekteyiz.
Toplum tasavvurlarının temelde sosyal yaşama biçim verme üzerine bina edilmeye çalışıldığı ise her insan tarafından kolaylık anlaşılabilir. Ancak şunu dikkatten kaçırmamak gerekir. İster dinsel ister felsefi olsun tüm anlayışların temel dayanakları göz önüne alındığında aynı noktaya vurgu yapan benzerlikler sergilediklerini görmekteyiz.
Bu benzerliğin temeline yönelmek belki de insanlar arasındaki farklı algılama ve anlamanın nedenlerini belirlememize yardımcı olur. Dünyanın en ilkel dinsel anlayışlarından tutun en gelişmiş semavi din anlayışlarının tümünde ortak bu nokta ile karşı karşıya kalmaktayız. Yüce varlık ve Mutlak güç olgusu biçiminde ortaya çıkan bu benzeşme bir anlamda bizi insanlığa ait düşünce tarihinin başlangıcında ki beslenme kaynağının da aynılığına götürmektedir.
Yine insanlık düşüncesinin felsefi üretimlerinde ister idealist olsun ister materyalist veya hermeneutik olsun mutlak güç ve yüce varlık anlayışına dayalı tasavvur ile karşılaşmaktayız. Bu durum doğal olarak insanlık düşüncenin ilk kıvılcımlarını oluşturan nüvenin ortaklığını ortaya koymaktadır. Bu ortak noktayı es geçen her anlayışın da insanlık için problemler oluşturacağını unutmamak gerekir.
O halde; dinsel veya felsefi olsun her anlayışın temelde aynı beslenme kaynağından fışkırdığını ileri sürmek mümkün iken ortalıktaki kargaşayı nasıl açıklayabiliriz sorusu hala orta yerde durmaktadır.
İşte bunu anlamak için biraz zihinsel egzersize ihtiyaç duyduğumuz kanaatindeyim. Bu nedenle önce dinsel anlamda ötekileştirmenin dayanağına bakma zorunluluğu var. Dinlerin hepsinde karşımıza çıkan en önemli veri Yüce varlık veya Mutlak gücün farklı anlayış ve kavrayışlara engel oluşturmadığını aksine kendisine ortaklık (şerik) arama anlayışlarını ötekileştirdiğine tanıklık etmekteyiz.
Öyleyse insanları kategorik kalıplara sokma düşünsel ve dinsel anlayış çerçevesinde değil, doğrudan doğruya mutlak güce karşı hadsizlik üzerinden oluşmaktadır. Ki insanların büyük kısmı bu hadsizliği görme yerine bireysel veya toplumsal kavrayıştan kaynaklanan farklılığı görmeyi yeğleyerek kendi anlayışlarına karşı öteki yaratmaktadırlar.
Karşıtlık üzerinden kendisini konumlandıran her türlü düşünce ve anlayış doğal olarak kendisine yönelik sosyal yaşamda düşman algısı yaratarak var olmaya çalışır. Doğrusu insanların bu şekilde var ettiği inançsal veya düşünsel ötekine ihtiyacı var. Bunun üzerinden egemenlik kurma derdine düşerek sosyal yaşamda tekçi/monist anlayışın gelişmesine yol açar.
Bu çerçevede şekillendirilen sosyal yaşam için de tekçiliğin yılmaz savunucularına ihtiyaç hâsıl olur. Dinsel veya düşünsel anlayışların bekçiliğine ve yol göstericiliğe soyunan bu monist bakış sonuçta yüce varlık adına insanları kategorilere ayırır. Aslında temel amacın kendi egemenliklerine kılıf arama derdi olduğunu da görmek gerekir. Bunu görmeden ortaya çıkan toplumsal sorunları çözme imkânı da yoktur.
Bu tekçi anlayış ister beşeri mantıktan beslensin, ister ilahi referanslara sahip olsun, sonuçta toplumsal yapı içerisinde insanları kategorize eden bir mantık üreterek kendisini ve karşıtlarını var etmektedir. İnsanlar arasındaki tüm sorunlar/çatışmalar doğal olarak bu karşıtlığın dayandığı fabrikasyon mantığının üretimleri arasındaki rekabete dayanmaktadır.
Bu mantık da, toplumsal yaşamdaki yerini sağlamlaştırmak için kutsallaştırılmış bedellere ihtiyaç duyar. Bu bedeli doğrudan doğruya toplumsal egemenlik kurma derdinde olanlar kendileri ödemek yerine kutsallaştırılmış bir kisve ile birilerine ödetirler. Böylece toplumsal zeminde mantıklarının dayanacağı kutsallığı sağlamış olurlar.
Dünyadaki düşünsel veya eylemsel rekabeti dikkate aldığımızda egemenlik derdiyle tutuşan her yapının buna ihtiyaç duyduğunu açıkça görmekteyiz. Öyleyse sorun şu; biz bu durumdan ne kadar arınık/beriyiz. Mesela sabah akşam kendi dinsel ve düşünsel anlayışını pekiştirmenin yolu olarak öteki dinsel ve düşünsel anlayışı kötülemekten başka hiçbir veri üretmeyip sadece karşıt konumlandırmaya dayalı olan anlayışları bu işte nasıl dışta bırakabiliriz? Dinleri bu kategorinin dışında tutmak mümkün müdür? Gibi sorularla karşı karşıyayız.
Sonuç:
Toplumsal yaşamda meydana gelen her felaketten sonra, her anlayış ve inanış doğal olarak ortaya çıkan somut durumdan sıyrılmak için kendisine ait gerçekliğin bu olmadığını ileri sürmektedir. Örneğin mensubu olduğumuz düşünsel veya dinsel bakışın aslında yaşananları tasvip etmediğini, dolayısıyla yaşananlarla yargılanmaması gerektiğini ortaya koymaya çalışırız. Öte yandan da aramızdaki ünsiyet bağı üzerinden de içten içe sevinmekten kendimizi alıkoyamayız.
Evet, bu durum bizim anlayış ve inanışımızın gerçek turnusol kâğıdını oluşturmaktadır. Her birimiz kendimizi bu teste tabi tutmadan gerçekliği ortaya koyma imkânına sahip olamayacağımızı bilmek zorundayız. İnsanların bir kısmı tarafından kutsal kabul edilen hiçbir öğe bir diğeri tarafından kendi kutsalına karşı daha değersiz addedilemez. Dolayısıyla da alay konusu yapılamaz ve aşağılanamaz.
Bu temel ilkeyi hedefleyen alan her anlayış ve inanış toplumsal yaşam açısından değerlidir. Bunun karşısında yer alan her anlayış ve inanış da iblisçiliktir/şeytanidir.
O halde Çözüm Nedir?
Kuran\'ın insanı hikmet ve hakikat arayışına davet ettiği gerçekliğini kavramamız gerekiyor. Ki o hikmetin ve hakikatin farklı versiyonları olduğunu da unutmadan. Yüce Allah’ın muradının farklı anlaşılmalara sebep olabileceğinin farkında olarak, bizim dışımızdakilerin de bir anlamda bu murada yönelik kendi kavrayışlarını gerçekleştirdiklerini kabullenmek zorundayız. Yoksa ortaya çıkan her somut durum karşısında, hep gerçek İslam bu değil diyeceğiz.
Dolayısıyla Aziz Kuran hiçbir süretle insana monist bir yaklaşım sunmuyor. Monist yaklaşımı sunan ondan beslendiğini ileri süren insana ait mantıktır. Oysa Kuran insanı hakikat arayışına çıkmaya davet ediyor. Ki o hakikat tek olan değildir. Çeşitli boyut ve formlarda karşımıza çıkabilmektedir. Ve sizler bulduğunuz hakikatin hangisine sarılırsanız sarılın kurtuluşa erersiniz mantığını veriyor. Ama eğer bulduğunu iddia ettiğin hakikatin form ve boyutunu monist bir yaklaşımla dayatmaya kalkarsanız buna İblisçilik diyor. Çünkü İblis kendi bildiğinin mutlak ve tartışmasız olduğunu ileri süren anlayışın ilk temsilcisidir. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.