Biyolojik ihtiyaçlar her ne kadar ihtiyaçlar hiyerarşinin temelinde yer alsa da, her insan aynı zamanda kendisinden sonraki kendisini geleceğe nasıl taşıyacağı sorunu ile karşı karşıyadır. Geleceğini; kendisi veya “kendisinden sonraki kendisiyle” hareket ederek oluşturmaya çalışır. İhtiyaçlar hiyerarşisinin ikinci basamağını oluşturan gelecek düşüncesinin temelinde ‘güven ve emniyet içinde olma’ yer alır. Ancak güven ve emniyet içinde olma sadece bireyin kendisini öne çıkaran bir hedef değil aynı zamanda aile ve mensubiyet arz ettiği toplum/milleti hedefler. Dolayısıyla kolaylıkla birincil nitelikteki biyolojik ihtiyaçların bile önüne geçme niteliğine de sahiptir.
Toplumsal bunalımların olduğu dönemlerde insan, biyolojik ihtiyaçlar konusundaki olumsuzlukların ilanihaye devam etmeyeceğini bilinciyle “güven ve emniyet içinde olma” basamağını önemseyen bir anlayış ile hareket eder. Çünkü o bunalım anlarını yaşayanların temel sorunu biyolojik olmaktan ziyade geleceğine yönelik endişedir. Yaşanılan umutsuzluğun ve çaresizliğin oluşturduğu gelecek sorununa yönelik kaygıyla karşı karşıya kalır. Güven ve emniyeti sağlayacak güce sahip değilse geleceği korumak amacıyla yer değiştirmeyi “göç” birinci hedef haline getirir. Tarihsel birçok veri üzerinden bu durumun gerçekliği tahlil edilebilir. Göç/hicret olgusunda geleceği koruma teması açık biçimde kendisini ortaya çıkmaktadır.
Ortadoğu’da yaşanan kargaşanın oluşturduğu gelecek kaygısı, günümüzde birçok insan tarafından hissedilmektedir. Bu çerçevede geleceği (ki bu bireysel geleceği değil aile ve toplum geleceğini kapsamaktadır) koruma endişesine dayalı bir çaba içinde olma zorunluluğu yaşanmaktadır. Söz konusu zorunluluk gereğince kendisini feda edilecekler listesinin başına koyar. Bunu kendisinden sonraki kendisini yaşatma ve var kılma adına gözünü kırpmadan yapar. Bu durum çoğu zaman hayvanlar için de geçerli bir kaide olabilmektedir. Ancak insan kendi biyolojik varlığını feda ederken aslında kendisini aynı zamanda var kılacağını bilme bilinciyle hareket etmektedir. Bu konuda somut bir örnek aşağıda verilen röportajda yer almaktadır.
Söz konusu gelecek kaygısı, insanlarda doğrudan doğruya toplumsal yöne ait olan aidiyet duygusunun harekete geçmesidir. Ki toplumların varlıklarını sürdürme konusunda kendilerini toplumuna feda edenler üzerinden oluşturdukları bilinçle varlık kazanmaktadırlar. Toplumda bu bilincin yerleşmesi gelecekteki varlığın garantisi anlamına gelir. Böylece o toplum da tarih sahnesinde yer almayı hak eden bir veriye sahip olur. Toplumun yeni nesilleri bu bilince ulaştırıldıklarında toplumun/milletin gelecek kaygısı ortadan kalkar.
Dolayısıyla Ulus/Millet olmanın öncelikli öğesi reel tarih verilerine dayanan toplumsal yaşanmışlığın yeni nesillerin bilincine yerleştirilmesi ile mümkün olur. Ancak oluşturulan tarihsel bilinç toplumsal geçmişin dayalı olduğu toprak parçası ile ilişkilendirilmezse, geleceğin pamuk ipliğine bağlı olacağı unutulmamalıdır. Çünkü toprak onlara geçmişlerini hatırlatır ve atalarının kendilerinden sonraki kendilerini var kılma adına, kendilerini feda etmelerinin gerekçesini anlatır. Bu gerekçe yeni nesillerin zihinlerinde varlık ve egemenlik için toprağın olmazsa olmaz şart olduğunu kazır.
Somutlaştıralım. Ölüm anında bile olsa, ‘kendisinden sonraki kendisini düşünmek ve hala, onu var kılma mücadelesi vermek...’ TC tarafından oğullarıyla birlikte darağacına gönderilen Seyid Abdulkadir ve Seyid Rıza’nın kendilerinin oğullarından önce asılma istekleri aslında kendinden sonraki kendilerini var kılma isteğinin de yansımasıydı. Benzeri bir örnek yine 1927 yılında Guew köyünden getirilip Sayer’de çocuklarıyla birlikte bir eve doldurularak yakılanlar arasında yer alan Mehmet Çavuş’un (Yakılma olayından önce köyde TC askerleri tarafından öldürülmüştü) hanımının neslinin devamı için askeri birlik komutanıyla yapmak istediği anlaşmada küçük çocuğunun bırakılması isteğinde görüyoruz.
Somutlaştırmaya devam edelim. 90’lı yıllarda TC’nin Kürd köylerine yönelik gerçekleştirdiği insan hakkı ihlali anlamındaki boşaltmalarda binlerce veri görmekteyiz. Her ne kadar bu insanlar vatanlarını terk etmek zorunda kaldılarsa da, gittikleri yerleri kendileri için bir vatan olarak göremediler. Bu nedenle vatanlarıyla bir şekilde bağlarını korumanın yollarını aradılar. Bu konuda yaşlı bir kadının Zazaki olarak dile getirdiği şu ifade bize vatan mantığının dayandığı argümanı açıkça vermektedir. \"Lawe\'m ekê goristanê ma serê no erd de esto bizane kê no welatê ma yo. O cayo kê tedê gorî / mezelê ma çinê, uca welatê ma nîyo”. ‘Oğlum, bu toprağın üzerinde bizim ölülerimize ait kabristanımız varsa, bilin orası bizim vatanımızdır. Yoksa orası bizim vatanımız değildir’.
Bugün metropollere ve Kürdistan illerine göç edenlerin vefat eden yakınlarını fırsat ve imkân varsa götürüp devlet tarafından boşaltılan köylerine gömmeleri doğrudan doğruya toprak aralarındaki bağı koparmak istememelerinden kaynaklanmaktadır. Böylece kendilerine yarattıkları bir zorunlulukla yılda bir iki kez de olsa ait oldukları veya aidiyet hissettikleri yerle bulaşma fırsatı yakalamaktadırlar. Aidiyet, toprak ve gelecekte kendisini var kılma mücadelesinin bir boyutunu bu gerçeklikte görebilmekteyiz.
Belki de TC’nin Kürd Gerillalarına ait mezarları bombardımana tutması da bu ilişkiyi kesmeye matuf bir eylemdir. Toprakla ilişkisi kesilen insan daha kolay istenilen mantığa evirilir. Bugün Kafkas veya Balkan göçmenlerinin Türk ırkçılığına dayalı yaklaşıma daha yakın olmaları ancak toprak ve geçmişle ilişkilerinin kesilmesiyle açıklanabilir.
Kendisini geleceğe taşımak isteyen her toplum için toprakla kurulması gereken bağ bu mantıkla örülmektedir. İşte bunu çok iyi bilenler 90’lı yıllarda Kürdleri köklerinden koparmanın çaresi olarak onları göç etmeyle yüz yüze bıraktılar. Böylece Kürdlerin toprakla aralarında ördükleri ilişkiyi kopararak amaçlanan asimilasyonun diğer ayaklarını hayata geçirmeyi hedeflediler.
Sonuç:
Günümüzde ise şehir merkezlerinin şiddet alanı haline getirilmesi de geçmişteki uygulamanın bir devamıdır. Varto, Silvan, Cizre, Silopi, Gever ve daha birçok yerde yapılmak istenilen asıl şey bir anlamda da çaresizliğe iterek toprak olan ilişkiyi tamamıyla kopartmaktır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.