Toplumsal hayatın düzenlenmesini amaçlayan her yapı -düşünce ve din- dinamiğini bireyin hak, hukuk ve adalet ülküsüne dayalı bir anlayışa göre biçimlenmesinden alır. Toplumsal yaşam alanında bireyin sahip olabileceği varsayımına dayanan kişisel zaafların hak, hukuk ve adalet ölçüleriyle ortadan kaldırılması hedeflenir. Bireysel biçimlendirmeyi amaçlayan yapılar -düşünce ve din- aynı zamanda tek tek bireylerin doğru temeller üzerinden biçimlenmesiyle toplumsal biçimlenmenin kendiliğinden gerçekleşeceği varsayımını temele alırlar. Dolayısıyla temelini bireysel biçimlendirmeden alan hak, hukuk ve adalet uygulamasını amaçlayan anlayışların aynı zamanda toplumsal hayatı biçimlendirmeyi de amaçladıkları ileri sürülebilir.
Bireysel biçimlendirmeyi amaçlayan yapılar, bireye dışsal zorlama yerine, bireyin içsel süreçlerini devreye sokmaya çalışırlar. İçsel süreçler üzerinden bireyde gerçekleşen biçimlendirme dolaylı olarak toplumsal biçimlendirmeyi beraberinde getireceğini söylemek mümkündür. Bireyin içsel süreçleri; bireysel kavrayışı, bu kavrayışın doğurduğu iradi belirlenimi ve bu iradi belirlenimin sonucu olan sorumluluk duyma yoluyla biçimlendirmenin oluşacağı varsayımına dayanırlar. O halde İçsel süreçlere dayanan bireysel biçimlendirme aynı zamanda doğal olarak toplumsal biçimlendirme dinamiğini de içinde barındırma zorunluluğuna dayanır.
Yani bireyin içsel süreçleriyle bireyden toplumsal düzenlemeye gidilen bir hedeflenme söz konusudur. İslam dini temelinde bireysel biçimlendirmeyi amaçlayan bir toplumsal yapılanmaya dayanır. İslam dininin hedeflediği bu yapılanmanın öncelikle birey ayağını sağlam temellere oturtmayı amaçladığını belirtmek gerekiyor. Burada bireyin öncelemesinin gerekçesi, toplumsal biçimlendirme açısından zorunluluk olduğu anlayışının temellendirilmesidir. Çünkü hak, hukuk ve adalet ölçülerini yaşamı için referans alan birey, bunları toplumsal yaşam içinde olmazsa olmaz olarak kabul etme anlayışına ulaşır.
Somutlaştıralım;
İslam tarihinde peygamber döneminin Mekke ve Medine ayrımına dayanan yaşam biçimlendirmeleri referans alındığında, Mekke de bireysel biçimlendirme hedeflenirken Medine de ise biçimlendirilmiş birey üzerinden toplumsal biçimlendirmenin hedeflendiği görülecektir.
On üç yıllık Mekke döneminin bireyin içsel süreçlerine odaklanmasıyla bireyde kavrayış, iradi belirlenim ve sorumluluk duygusunun oluşturma amacına matuf olduğu tarihi belirlenimle sabittir. Bu dönemde bireyi biçimlendirmenin amaçlandığı tarihsel bir vakıa olarak orta yerde durmaktadır. Mekke de var edilmek istenen -var edilen- biçimlendirilmiş bireyle kendisini tanıyan ve kendisi üzerinden öteki olarak kabul edilmesi mümkün olanın tanınması öncelikli hedef olmuştur. Tüm baskı unsurlarına rağmen öteki olarak kabul edilenlere yöneltilmiş tek bir saldırı eyleminin olmayışı bireysel biçimlendirmenin getirdiği bir sonuctur.
Mekke de biçimlendirilen birey üzerinden Medine toplumsal hayatı devreye sokulmuştur. İslam Mekke de bireyi öncelemiş, Medine de ise bireyden topluma giden bir değişimi öngörmüştür. Bu yönüyle katı toplumsal denetim yerine liberal toplumsal hayatı amaçladığı söylenilebilir. Medine sözleşmesinin Mekke de biçimlendirilmiş bireyler üzerinden kendisi dışında kalanları yok saymayan toplumsal yaşam alanına aktarılması bunun ispatıdır. Ki günümüz sosyal bilimcilerince de bu mantık kabul görmektedir. Yani hak, hukuk ve adalete dayalı bireysel biçimlendirme üzerinden toplumsal uzlaşıma dayalı iktidar erki oluşturulmuştur.
Peygamber sonrasında ise iktidar erki bireyden topluma giden yapı yerine süreç içerisinde toplumdan bireye giden bir yapılanmaya dönüştürülünce beraberinde İslamcılık diye adlandırılabilecek siyasal iktidarı amaçlayan yapılanma doğurdu. Bu yapılanma iktidar erkini elinde tutabilmek amacıyla her yolu mubah gören pragmatist tutumla toplumsal denetimi sağlamaya yöneldi. Bu yönelim tarihsel veriler dikkate alındığında Siyasal İslamcılık olarak tanımlanabilir. Tarihsel olarak siyasal İslamcılık ise bireyin biçimlendirilmesi yerine toplumun biçimlendirilmesini hedefleyen üstenci bir anlayıştır. Bu anlayış toplumsal denetim adına bireyi iktidar erkine -devlet gücüne- kurban etmekten imtina etmeyen bir mantığın ortaya çıkışına vesile olmuştur.
İslam dünyasının duçar olduğu -neredeyse- tüm sorunlarının kaynağında bireyi iktidar erkine kurban etmekten imtina etmeyen mantık vardır. Bunun temelin yer alan anlayış ise İslam toplumu yerine İslam devletinin konulmasıdır. Çünkü İslam toplumu birlikte yaşamayı öncelerken İslam devleti mutlak iktidar anlayışla tebaa yaratmayı öncelemiştir. Yani ötekinin kendi varlığını gerçekleştirmesine olanak tanıma yerine onun muti olmasını amaçlamıştır. Oysa Peygamber döneminde Yahudilerle oluşan sorunlarda bile onların hukuku adaletin doğru tecelli etmesi için hakem olarak kabul edilmişti. Bu tarihsel belirleme Siyasal İslamcılığa dayalı iktidar erklerinin hiçbirinde vakıa olarak karşımıza çıkmamıştır.
Kısaca siyasal İslamcılık, İslam toplumu yerine İslam Devleti ekseninde toplumsal biçimlendirmeyi hedefleyerek olup bitene bakmıştır. Dolayısıyla Kuran’ın hak, hukuk ve adalet ölçüleriyle oluşturmaya çalıştığı İslam toplumu -ümmet- yerine İslam devleti -gücü- olmayı amaçlamıştır. Böylece Medine oluşturulan bireyden topluma giden medeniyet tasavvuru yerine devlet olma tasavvuru öncelenmiştir.
Tam da bu noktaya dayanan ve günümüze kadar da süregelmekte olan indirilmiş din ve oluşturulmuş din anlayışı üzerinden devam eden tartışmalar söz konusudur. Ancak tarihsel veriler dikkate alındığında toplumsal denetimi hedefleyen Siyasal İslamcılıktan tevarüs eden İktidar erkleri, İslam dünyasını kısmen de olsa karşıtına konumlandırılmış diğer dünyalardan -din, düşünce ve siyasal güç- korumayı becerebildikleri için zımnen kabul gördüler. Zaman zaman İslam dünyasının kendi içerisindeki farklı iktidar erkleri arasında cereyan eden güç mücadeleleri bile kabul gördü. Çünkü diğer dünyalara karşı İslam’ı koruma düşüncesi bir iktidar erkinin diğerini yok etmesi için meşruiyet dayanağı olarak kabul edildi.
Ne zaman ki iktidar erkini elinde tutan güç -veya güçler- İslam dünyasını karşıtları karşısında koruma becerilerini tamamıyla kaybetmeye başladılar, Siyasal İslamcılık tartışması yeniden gün yüzüne çıktı. -19. ve 20. yüzyıl- Ortaya çıkan bu tartışma siyasal iktidar erkleri üzerinden İslam dünyasının selametini hedefleyen anlayışları yerleştirmeyi amaçladılar. Dürüst olmak gerekirse bu yapılar önceleri tıpkı Mekke döneminin biçimlendirilmesi gereken bireyini var etmeye çalıştılar. Ancak bir farkla bireyin içsel süreçlerini devreye sokma yerine bireye karşıtını göstererek onun üzerinden varlık kazandırmaya çalıştılar. Böylece zihinsel olarak var edilen düşman -öteki- algısı -Siyasal İslamcılık- amaçlanan iktidara ulaşma için vesile kılındı.
Önceleri bu karşıt konumlandırma İslam’ın temel çerçevesi dışında kalanlara yönelik iken süreç içinde farklı anlamalara dayanan İslam içerisindeki diğer yorumlara da yönelme biçiminde gerçeklemeye başladı. Burada vurgulamak istediğimiz şey şu; öyle bir algı yaratıldı ki ben ve benden olmayanlar şeklinde kemikleşmeye başlayan düşünce süreçleri zamanla eylemsel alana döndü. Böylece kendisiyle yek pare olmayan herkes -kendi anlayışı üzerinden- İslam düşmanı kategorisine sokularak tanımlanınca düşüncenin dayandığı tahammülsüzlük eylemsel alanda kendisini göstermeye başladı.
Bu süreç İslam dünyasının içinde yer alan farklı yerel dinamikleri görerek onlara varlık kazandırma yerine öteki üzerinden var edilen düşman algısıyla – zaman zaman- özdeşleştirilerek işletildi. Yerel dinamikler yerine geneli içerdiği varsayılan dinamiklere yönelinerek ümmet tasavvuru üzerinden iktidara ulaşılmak istendi. Ancak yerel nitelikli dinamiklerinden kopan kitleler değer ve normları kendi anlayışlarını mutlaklaştırmaya dayanan tarihsel vakıaları referans göstererek aslı amaçlarından saptırmaya başladılar. Çünkü onlar için asıl olan bireyin yaşaması değil genel dinamiği hedeflediği ileri sürülen devletin -iktidarın- yaşamasıydı. Böylece iktidarlarına güç verecek devlet -iktidar erki- gücü karşısında tehlike niteliği taşıyan herkesin düşman kategorisine sokulması kolaylaşacaktı. Bu konuda referans olarak İran, Afganistan ve İşid örneklerine bakılabilir. Hatta Türkiye’de iktidar olmak amacıyla Osmanlıcı ümmet anlayışını referans alan yapılanmaya da bakılabilir.
Sonuç:
Günümüzde İslamcılık kavramının İslam ile özdeş alınması yukarıda ifade edilmeye çalışılan zihinsel tıkanıklığın sonucudur. İslamcılık günümüzde referanslarını İslam’a dayandırdığı varsayımıyla toplumsal güdümlemeyaratarak pragmatist tutumla iktidar erkini eline geçirmek için her yolu mubah gören zihniyetleri ifade eder. Bu nedenle İslamcılıkla İslam hiçbir şekilde özdeş tutulamaz.
Türkiye’deki İslamcıların serüveni iyi analiz edildiğinde nerede susup nerede konuştuklarına bakılırsa neden İslam toplumu -ümmet tasavvuru- yerine devlet tasavvuruna yöneldikleri açıkça görülebilir. Ki iktidar erkinin devlet söz konusu olduğunda pragmatist ve değer tanımayan tutumlarını görme şansını elde ederiz. Bu konuda Milli görüş geleneğinin tarihsel süreci dikkate alındığında Türk, Arap ve Fars hegemonyalarınca zulme ve yok edilmeye tabi tutulan Kürd halkı ve vatanları olan Kürdistan için tek kelime söylemedikleri ortaya çıkacaktır. Oysa bu yapılanma İslam dünyasında özellikle İslam dışı olan güçlerle yaşanan her sorunu anında gündemleştirmeyi becerebilmekteydi. Keşmir, Eritre, Filistin v.b.
İslam benimsediğim dindir. Onu hiçbir şekilde hovardaca ağıza alınması benim açımdan kabul edilebilir değildir. Bilakis onun özünün doğru anlaşması için çaba sarf edilmesi gerektiği inancını taşımaktayım. Ancak bu çaba skolastik bir mantığa duçar olmadan gerçekleştirilmelidir. Sloganik İslam anlayışını benimsemeden Medine de bireyden topluma giden bir medeniyet tasavvuru olan İslam toplumu -ümmet- anlayışı benimsenilmelidir. Yoksa kendi iktidar erklerini koruma düşüncesine dayanan Devlet gücünü Ümmet olarak ortaya koyanların mantığına esir olup ortalıkta ümmetin selameti diye dolaşanlar gibi yezidleşen devlete köle kullar yaratmaya vesile oluruz.
Bazılarının zihninde İslam ile İslamcılık aynı anlam üzerinden kabul görse de benim nazarımda ikisi birbirinden ayrı şeylerdir. İslamcılık temel amacı iktidar erkini ele geçirme olan siyasal bir bakışı ifade eder. Oysa İslam temelde bireyin kendini denetlemesini referans alarak toplumsal denetime doğru yol alan bir yapılanmadır. Kendisini pragmatist değerler üzerinden konumlandıran hiçbir kişi ve yapı toplumsal denetimi hak, hukuk ve adalet ölçüleri üzerinden sağlama hedefini güdemez.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.