Öze dönüş olarak ortaya çıkan toplumsal veya zihinsel dönüşüm hareketlerinin temelinde aynı zamanda karşıtını var eden bir düşünce yer alır. Öze dönüş düşüncesi varlık kazanmak için öteki üzerinden kendisini var etmeye kalkışır. Bu kalkışmanın sonucunda kutuplaşan bir anlayışla kendisine varlık kazandıracak dünya algısı oluşturulur. Oluşturulan algı üzerinden duruşunu mutlaklaştırarak ötekinin bu duruşu sekteye uğratmak üzere çaba içerisinde olduğu ortaya yayılır. Böylece özü dönüşü yakaladığının göstergelerini karşıtı üzerinden serdederek kendi varlığını ikame eder.
Konumuzu İslam dünyasının son yüzyıl elli yılı içerisinde gelişen İslamcı mantığın temel dinamiklerine ayırmak niyetindeyiz.
Osmanlının 19. Yüzyıl sonunda başlayan ve yirminci yüzyıl başında çöküşü, İslam dünyasında Batı karşısında mağlup olma duygusunu yarattı. İslam dünyası bu mağlubiyet duygusunun temellerine inip sorunun asıl sebeplerini tespit etme yerine soruna yol açtığı varsayılan dinamikleri öne çıkartarak suçu dışarıda aramaya başladı. Oysa bu dinamiklere yönelen mantık asıl esası görme yerine esas yerine ikame edilenlere yönelerek rahatlama psikolojisini oluşturdu.
Osmanlının çöküşü Batı karşısında İslam dünyasının bin yılı bulan üstünlüğünün tamamıyla ortadan kalkmasına yol açtı. Bunun hazmedilmesi elbette kolay olmayacaktı. Elbette bu çöküşten kurtuluşun çarelerini arayan yeni düşünüş ve silkinme hareketlerinin oluşumu gündeme gelecekti. Söz konusu öze dönüş çıkışı dört merkezden filizlenmeye başlandı.
Osmanlı ekseninde gelişen düşünceler sonuç itibarıyla Türkçülük sosunu öne çıkarttığı için İslam dünyasına şümul eden veriler üretemedi. Arada bir İslami vurguları öne çıkartanlar[1] olduysa da Türkçülük akımı bunların boğulmasına sebep oldu. Balkanlarda tüm varlığını kaybeden Müslüman ahali için Anadolu son sığınma kalesine dönüştü. Ancak bu kalenin de İttihat ve Terakki Cemiyetinin düşünsel anlayışıyla yönetiliyor olması Balkan ve Kafkaslardan gelen Müslümanların da Türkçülük düşüncesine teslim olmalarına yol açtı. Zorunlu bir teslim oluştu bu. Çünkü muhacir olarak varlıklarını sürdürmeleri için yerele karşı resmî ideolojinin argümanlarına sığınmaları gerekiyordu. Sonuçta Türkçülük akımı kendisini besleyecek önemli bir kitle bulmuş oldu ve Anadolu’nun yerel renklerine gözlerini yumdu. Dolayısıyla Osmanlı ekseninde gelişen düşünceler öze dönüş gerçekleştirmekten uzak kaldı. Tarihsel süreçte İslam dünyasının sufi meşrebini ayakta tutan ve tarihsel Hint felsefesinin de etkisiyle yetişen Hint Müslümanları Batı karşısında bu öze dönüş hareketlerinde önemli bir yer edindiler. Ancak bu sufi mantık toplumsal anlamda İslam dünyasının kurtuluşunu öne çıkartacak veriler üretme yerine daha çok bireyleri galeyana getiren psikolojik tatmine dayanan radikal çıkışlar üretmeye başladılar. Dönemin ruhunu okuyamayan ve tarihsel fıkhı esas alan bu radikal çıkış psikolojik tatmin arayan bir ellin parmaklarını geçemeyen bireyler üzerinden etkili oldu. Dolayısıyla İslam dünyasının sorunlarına çözüm üretme yerine karşıtı üzerinden varlık kazanan düşünsel bir anlayışa dönüştü[2]. Tarihsel süreçte İlmi düşünüşün merkezlerinden biri olarak yer edinen Mısır ise farklı bir boyutla öne çıkmaya başladı. İslam kaynaklarına ulaşma açısından daha avantajlı olan bu bölge de ise Osmanlı yenilgisinden kaynaklanan ve Osmanlı yönetiminin Türkülüğe teslim olmasından kaynaklı Arap İslam anlayışının öne çıktığı düşüncelerin neşet etmesine yol açtı[3]. Bu arada Şii İslam yorumunun temsilciliğini üstlenen İran eksenli düşünce bir anlamda durumdan memnun idi. Çünkü Suni İslam dünyasının çöküşü onların işine gelmekteydi. Tarihsel rekabet üzerinden düşman kardeşlerinin yenilgisi onlara kapı aralayabilirdi. Kısa sürede gerçekleşmese de sonuçta istediklerini almayı başardılar.[4]
Hem Hint hem de Mısır ekollerinin ilk kuşakları soruna odaklandıklarında tarihsel yozlaşmayı gördüler. Bu yozlaşmanın ortadan kaldırılabilmesi için öze dönüşün gerekliliğine inanarak yeniden diriliş anlamına gelen zihinsel bir üretimi zorunlu gördüler. Ancak bu zihinsel üretim ilerleyen süreçte sorun çözme yerine yeni sorunların ortaya çıkışına yol açtı. [5]
Aslında İslam dünyasının sorunu Batı karşıtlığını öne çıkartma ile çözülecek değildi. Sorun yüzyılları bulan ve halkı tebaa anlayışıyla yöneten mantıkta yatıyordu. Günümüz açısından da durumun çok değiştiğini öne süremeyiz. Parçalı İslam dünyasının yerel devlet yöneticileri halkın beklentilerini karşılamak yerine halkı ötekileştirdikleri dünyevi veya dinsel anlayışlar üzerinden manipüle ederek varlıklarının devamını sürdürme mantığını öne çıkartmaktadırlar.
Doğal olarak bu manipülasyon içerideki dinamikleri dikkate almadığı için dışarıdan kolaylıkla kaşınacak verilerin üretilmesinde etkili oldu. İçerideki dinamiklerin sesini yükseltmeleri yerel devlet yöneticilerin işine gelmeye başladı. İçerideki kitleleri sürdürdükleri manipülasyona mahkûm etmenin yolunu buldular. Olup biten her şeyi Batının- Siyonizmin karıştırması veya böl parçala yut anlayışından kaynaklandığı gündeme getirilerek manipülasyon pekiştirilmeye çalışıldı. Ki hale aynı anlayışla ötekinin bizi yok etme yolu olarak gündemde tutulmaktadır.
Son günlerde tekrar ısıtılarak gündeme getirilen Kudüs meselesi yerel yönetimlerin can simidi haline getirilmektedir. İçeride kendi vatandaşlarına uyguladıkları hukuksuzluğun perdesi haline getirilmek istenmektedir. İslam Dünyasının yerel devletlerinde kendi vatandaşlarına yönelik hak, hukuk ve adalet işlemediği için bunun perde arkasına gizlenmesi gerekmektedir. Öze dönüş yapmaya çalıştıklarını ancak bunun önündeki engelin dış mihraklar tarafından kaşınan kesimlerin yardımıyla engellenmekte olduğu anlayışı halka empoze edilmektedir.
Kudüs meselesi asla dinsel bir sorun olarak oraya çıkmamıştır. Yerel devletlerin yönetimlerinin içerideki hukuksuzluklarını perdeleme aracı olarak ortaya çıkarken aynı zamanda Radikal çıkışlı düşüncelerin taban bulma aracı olarak kullanılmaktadır. Evet tarihsel olarak belli bir inancın Kudüs üzerinde hak iddia ettiği görülmüştür. Ancak üç semavi dinin kutsalı olan merkez hiçbir dönemde buna uygun bir veriye büründürülmemiştir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.