Sosyal yaşam içerisinde insanın düşünüş ve bakışını yansıtan duruşunun doğru biçimde anlaşılmasını engelleyen nedenler her zaman var olacaktır. İnsanın bunu ortadan kaldırması imkân dâhilinde olsa bile karşısındakinin algılama biçimi farklı gerekçeler üretmeye hazır reddiyelerle yeni blokajlar oluşturup anlaşılmayı engelleme gücüne sahiptir.
İnsanın elbette kendisine ait çerçevelenmiş belli bir bakışı vardır. Bunu farklı perspektiflerle genişletme olanağı olabileceği gibi başını kuma gömme misaliyle daraltma gücü de var. Algı dünyasının düşünüş ve bakış biçimi üzerinde etkili olması insanın çerçevelenmiş bakışa mahkûm olmasının önemli gerekçesidir.
İnsanın düşünsel bakışının şekillenmesinde yaşanılan çevre ve alınan eğitim formatının etkili olması onun dünya algısını da etkileyerek davranışsal yansımalara dönüşür. İnsanın bu davranışsal durumu ise içinde hazırlanmış reddiyeleri de barındırmaktadır. Çünkü sosyal çevrenin sunduğu modeller onun ne şekilde biçimlenmesi gerektiğini isteyen verileri içinde barındırmaktadır.
Kuşatılmış sosyal yaşam alanında olduğumuzu inkâr edebilmenin imkânı da yoktur. Buna rağmen sahip olduğumuz akıl meziyetini kullanmaktan kendimizi mahrum edip etmemek elimizdedir. Düşünme eğilimi çevrenin kuşatıcılığını yırtan ve doğru biçimde algılama oluşturmanın kalkanıdır. Sosyal çevre ise bu durumu fabrikasyon hatası olarak algılama eğilimi göstererek gerekli tedbirlere başvurmaktan kaçınmaz.
Eğer insan çevrenin oluşturduğu tedbirlerin baskısına boyun eğerse süreç içerisinde kendisi olmaktan çıkıp formatlanmak istenen biçime dönüşür. Buda çevrenin zafer ilanıdır. Oysa insanın aynı zaferi kazanabilmesi doğru biçimde düşünmeyi sağlayan akıl verisinden vazgeçmeyerek vicdani ile aklını birleştirmesiyle mümkün olabilmektedir.
Vicdanın aklı devreye sokması için maskelenmiş sosyal yaşamdan kaçınma ile değil onun işleyiş biçimine odaklanmayı gerektirir. İşleyişin sakatlığını fark etmenin yolu da oluşturulan çarkın getiri ve götürü hesabından vazgeçmeyi zorunlu kılar. Bunu başarabilen insan çevre kuşatılmışlığını yırtar ve özgür düşünme gücüne ulaşır.
Sosyal yaşamda oluşturduğumuz tarafgirlik ve karşıtlığı vicdan akıl bileşimine başvurarak çözümleme durumunda olduğumuza göre, dünyaya açtığımız pencereye sorumluluk bilinci ile yaklaşmak gerekir. Bu sorumluluk içerisine tıpkı bir annenin evladına yönelik şefkatini yerleştirip karşılık beklemeksizin bir duruş sergilemeliyiz.
Toplumsal mücadeleye kendisini adayanların ekseriyeti maskeli sosyal yaşam yerine bir annenin sahip olduğu bu duyguyla karşıtlık veya tarafgirliklerini sergilemişlerdir. Bunu dinsel duygu içinde geçerli kılmak mümkündür. Yüce Varlık karşısında insan beklentiler yerine kendisine bahşedilenlere karşılık minnet duygusuyla hareket ettiğinde takva denilen erdeme ulaşır. Oysa getiri ve götürü hesabıyla yapılan her eylem hem toplumsal açıdan hem de dini açıdan menfaatlerini gözetmeyi zorunluluk haline getirir.
Doğal olarak her toplumsal mücadele de siyaseten davranmayı da beraberinde getirir. Ancak bu siyasi davranış hiçbir şekilde bireyin/insanın kendi beklentilerine dönük olmamasını, bilakis topluma yönelik olmasını da zorunlu kılar. Kendisinden feragat anlamına gelen bu davranışsal durumu adanmışlık olarak değil sorumluluk biçimde algılamak gerekir. Çünkü adanmışlık insanın insan olma niteliğine aykırılık arz ederken, sorumluluk insanın kendisiyle öteki arasında duygudaşlığa ve empatiye yol açarak birlikteliğin tesisine yol açar.
Adanmışlığa yönelen taraftarlık ve karşıtlık ister istemez insanı sorumluluk ve hakikatin mutlaklığından ayırarak müritlik mantalitesine yöneltir. Bu nedenle sosyal yaşama yönelik tercihlerimiz adanmışlıkla değil, sorumlulukla bağdaştırılmalıdır. Siyasi sorumluluk bizim kendi toplumumuza karşı görevimizi ifade eder. Ancak bunu yaparken birey kalabilmeyi de her durumda başarabilmek zorundayız.
Varlık mücadelesini sürdüren Kürdler kendi siyasi ve dinsel inanışlarına körü körüne bağlılık yerine sorumlu olduklarını varsaydıkları alanda dik durabilmelidirler. Ama bunu kendiyle özdeş düşünmeyenleri itibarsız kılmanın aracına dönüştürmemelidirler. Elbette bir toplumun yekpare düşünmesini beklemek onun koyun sürüsüne dönüşmesini beklemekle eşdeğerdir. Kendi toplumsal heterojenliğinin farkına varmak ve buna uygun düşünmek zorunludur.
Bugünün siyasal mücadelelerini yürütenlerin veya farklı sosyal alanlarda sorumluluğunu yerine getirmeye çalışanların da bilmeleri gereken en önemli şey yekpare düşünen insanlarla/bireylerle karşı karşıya olmadıkları gerçekliğidir. Bu nedenle farklı düşünenlerin zihinlerinin bir yerinde art niyet taşıdıklarını öne sürmek kendi ayağına sıkmakla eşdeğerdir. Çünkü bu dar kalıplı bakış ve düşünüşün esaretini yırtamamanın işaretidir.
Sonuç:
Yüzyılları aşan Kürd toplumunun varlık mücadelesinde yer alan aktörlerin siyaseti algılamaları ve siyasi tavırları açısından ele alınması ve değerlendirilmesi de bu çerçevede yapılmalıdır. Tarihe mal olmuş bu aktör ve siyasi şahsiyetleri olduğu gibi tanıma ve tanıtma bizler açısından bir zorunluluktur. Bu şahsiyetlere ne olmayan bir nitelik atfetmek nede olan bir niteliğini gizlemek doğrudan doğruya ona yapılmış bir haksızlıktır. Onları kendi yaşadıkları dönemin tarihsel ve konjenktürel koşullarında ele almamız gerekir. Yanlış veya hataları onları yargılama için kullanılmamalı bilakis onların doğru tanınmasına aracı edilmelidir.
Siyasal sorumluluklarını idrak etmiş ve buna uygun eylemlerle destekleyenleri elbette başımıza taç etmemiz gerekir. Ancak yaşanılan zamanın konjonktürel şartlarını dikkate alıp buna uygun eylemlerde bulunanları da hak ettikleri yere koyma zorunluluğu var. Unutulmaması gereken ise her aktör veya siyasi şahsiyetten aynı şeylerin sudur edemeyeceğini de bilme ve buna göre değerlendirmektir. Bunda hakaretamiz bir durum algılanmamalı ki onlara yönelik değerlendirmelerde bulunanları yaftalamamak gerekir. Eğer farklı bir bakış veya anlayışa sahip isek bunun yerine kendi bakışımızı sunarak empatinin yolunu açmalıyız.
Bu meyanda Saidi Kürdinin meşrutiyet döneminde kendi toplumuna karşı sorumluluk bilinci gereği eğitim alanında atılım isteyen davranışı takdire şayandır. Ancak Padişahın bu isteğe karşı onun şahsına yönelik sergilediği tutumdan dolayı geliştirdiği algı onu ittihatçı mantığa yaklaştırmıştır. Bu durum ise onun ilerleyen süreçlerdeki tercihlerinde belirginleşerek siyasi sorumluluk yerine imani ve itikadi sorumluluğunu ön plana çıkarmıştır.
Birinci Dünya Savaşı koşullarında Kürd toplumunun varlığına yöneltilmiş tehlikeyi ilk önce sezenlerden biri Şeyh Abdusselam Barzanidir. Barzani Osmanlı yönetimine sunduğu ve yedi maddeden oluşan çözüm önerileriyle toplumuna yönelik sorumluluğunu yerine getirmiştir. Onun bu atılımı yaşamına mal olmasına rağmen yüzyıldır devam eden ve günümüzde finale bir adım kadar yaklaşan özgürlük mücadelesine ışık olmuştur.
Yine aynı dönemde Barzanilerin mücadelesine (çok net olmamasına rağmen) paralel bir çizgi ile gelişen Mele Selimî Dimilinin Bitlis serhildanı da onu ve dava arkadaşlarını bizim için bir değer haline getirmiştir. Bunun herhangi bir kaygı ile bağdaştırılması da doğru bir tutum değildir. Ancak bu mücadeleye davet edilmiş olmasına rağmen katılım yerine İttihatçılarla birlikte olmayı tercih eden Saidi Kürdi bir yanılgı içinde olmuştur. Bunu belirmek te bir düşmanlık değil tespittir. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.