Toplumsal sistemin reel olan mer’i işleyiş biçimi toplumda oluşacak sosyal bütünleşme açısından önemli veriler sunmaktadır. Toplumsal sistemin sosyal dinamiklerine yönelik etkinliklerin ön plana çıkarılarak yeniden üretilmesi ve dönüştürülmesi toplumsal sistemin tanımlanması ve anlamlandırılması açısından önemlidir. Toplumsal sisteme ait sosyal dinamiklerin canlı kalmasını sağlayan unsur, bu dinamiklerin toplumsal sistem içerisinde yeniden üretebilmesine bağlıdır. Bunu sağlayan sistemsel yapı ise toplumsal kurumların işleyiş biçimiyle toplumsal anlamda gördüğü işlevdir.
Toplumsal kurumların işleyiş biçimi ve bu işleyişe yönelik geliştirilen resmi politikalar reelde toplumu özgürleştirebileceği gibi toplumsal yozlaşmalara da yol açarak toplumsal değişim ve dönüşümlere engel oluşturabilme kabiliyetine sahip olmalarıdır. Bu durum ise toplumda dinsel ve etniksel anlamda farklılık arz eden sosyal kimliklerin ayrışması, çatışması ve asimilasyonu gibi derin sosyal sorunlara yol açabilmektedir.
Herhangi bir toplumsal sistemin dayandığı zihinsel bakışla yarattığı sorunların çözümlenmesi, Einstein’ın ifadesiyle “Bir sorunu, onu yaratan zihinle çözemezsiniz.” mantığıyla ele alınmalıdır. Bu anlamda var olan bir sosyal yapıyı dönüştürmeyi amaçlayanların sadece kendi istekleri doğrultusunda sistemi dönüştürerek yönetmeye çalışanlar aslında kendi eski zihinsel yönelimlerinden kurtulamayanlardır.
Toplumsal sistem içerisinde gerçekleşen/gerçekleşecek sosyal olayların doğru anlamlandırılarak algılanmasında, o topluma yönelik geliştirilebilecek sosyal tanımlamaların kapsayıcılığı etkili olur. Türkiye de Cumhuriyetin kuruluşuna ait felsefeyi tanımlayan sosyal yapının dayandığı toplumsal bütünleşme referansları ile bunların işleyişini biçimlendiren kurumların kapsayıcılığı günümüz açısından tartışma konusudur. Ancak o gün de bunların dönüştürülmesini amaçlayan sosyal dinamikleri yeniden yapılandıran Cumhuriyet devrimlerinin toplumsal kapsayıcılığı rasyonel olma yerine faydacı öngörülere dayandırılarak hayata geçirildiklerinden kapsayıcılık niteliğine sahip olamamışlardı.
Bu mantığın gölgesinde saklı tutulan zihinsel bakış süreç içerisinde çok derin sosyal, kültürel, ekonomik, eğitsel ve politik sorunları günümüze aktararak içinden çıkılmaz bir durum yaratmıştır. Ortaya çıkan sorunlardan kaynaklanan toplumsal tanımlanmaya yönelik birçok kırılmanın yaşandığı süreç içerisinde ortaya çıkmıştır. Sorunlara dayalı olan kırılmaların toplumda farklılık arz eden etniksel ve inançsal çatışmacı anlayışların ön plana çıkmasına yol açmıştır.
Anadolu’da Ulus devletin inşa sürecini kapsayan 1920 ve 1930’larda uygulamaya konulan sistemi tanımlayan anlayış, bu çerçevede yeni bir toplum oluşturma amacı geliştirdi. Bu süreç, Anadolu toprakları üzerinde yaşayan farklı etnik kökenlere ait insanların öncelikle etnik farklılıklarını sıfıra indirgeyecek heterojen bir yapıdan homojen bir yapının oluşumunu hedefliyordu. Amaçlanan durum Anadolu’nun toplumsal dokusunda yer farklılıkları sıfıra indirgeyerek homojenik niteliklere sahip bir yapı inşa etmek idi. ( Ki Tanzimat’tan bu yana gerçekleştirilmek istenen Turancılık anlayışının dayatmalarla pratiğe geçirilmesi gibi)
Amaçlanan bu tanımlamaya dayalı çatışmacı anlayışın ortaya çıkardığı en önemli sorunlardan birisi de Kürt sorunu olmuştur. Cumhuriyetin hemen kuruluşu sonrası gerçekleşen Şêx Said hareketi bu çerçeve içerisinde anlam kazanır. Ki hareket sonrasında bölgede imhaya yönelik politika ve uygulamalar sorunun derinleşmesine ve zihinsel anlamda da kopuşu sağlamıştır. Bunu takip eden Zilan ve Dersim katliamları ise zihinsel kopuşu perçinlemesine rağmen baskıdan kaynaklanan sessizliğe de yol açmıştır. Ancak 1960 ve 1970’lerde sorunu seslendirme biçiminde gelişen muhalif söylem 12 Eylül 1980 darbesinin ağır baskısıyla karşılaşınca zihinsel kopuş yerini fiili kopuşa/direnişe bıraktı.
Türkiye’de 1980’li yıllardan itibaren uygulamaya konulan 1920’li ve 1930’lü yıllara ait eski uygulamaları anımsatan politikaların doğurduğu sonuçlar toplumu siyasal, ekonomik, eğitimsel ve psikolojik duygu olarak ayrıştırmaya götüren önemli veriler üretmiştir. Özellikle 1980 sonları ve 1990’lı yıllarda devlet ile PKK arasındaki çatışma sürecinde yaşanan uygulamalara dayalı gelişen olaylar dizisinin ortaya çıkardığı sorunlar, sessizlik döneminde tesis edildiği düşünülen toplumsal bütünlüğün yeniden sorgulanmasına yol açmıştır.
Eski politik uygulamalara benzerliği yansıtacak önemli verilerinden biri; Şeyh Said hareketinin bastırılmasından sonra 1927 yılı sonbaharında Lice, Hani, Piran Palu ve Genç vb. yörelerde gerçekleştirilen Bicar Tenkil/Tepeleme Harekâtıdır. Bu harekât o döneme ait resmi politikaların açık göstergesi iken 1990’larda benzeri şekilde köylerin yakılmasıyla zorla tehcirin uygulamaya sokulması da aynı politik zihnin yansımasıydı.
1927’de gerçekleştirilen katliamlara yönelik resmi politik ifade; ele geçirilemeyen şakilerin/ayaklanmacıların ortadan kaldırılmasıdır. Ancak harekât beraberinde masum oldukları mutlak olan kadın ve çocukları da hedeflemişti. Oysa bölgeye yönelik gerçekleştirilen katliamlar dizisindeki asıl amaç kontrol edilmesi zor olan yörenin hem insanlardan arındırılması hem de bu vesileyle kontrol altına alınmasıydı. Benzeri durum 1990’larda köylerin yakılarak boşaltılması uygulamasında da görülmektedir.
Yine bu çerçevede köylerin yakılması, insanların katliama uğratılması ve bölgede halk üzerinde etkili olabilen ailelerin çeşitli yörelerde zorunlu ikamete tabi tutulması soruna yönelik o günün temel çözümü olarak benimsenmişti. Aynı uygulama bu sefer bölgenin ileri gelenlerine karşı faili meçhullerin devreye sokulmasıyla kendini gösterdi.
Bu durum bölgede PKK faaliyetlerinin üst noktaya tırmandığı 1990’lı yıllarda politika olarak tekrar uygulamaya konuldu. Olaylar karşısında bir nevi çaresiz kalan devlet kurumları eski politikaları güncelleştirerek çözüm üretmeye çalıştılar. Devlet devreye soktuğu çözümü dayatarak sonuca varmayı hedefledi. S. Mill’in demiyle “Devletin, hükümetin ve kurumların bireye veya toplumun bir kesimine kendisi için daha iyi olacağını ve onları daha mutlu kılacağını düşündüğü herhangi bir görüşü, eylemi empoze etme hakkı olamaz.” Bu şekilde susturulmak istenilen görüş doğruysa, yanlışı doğruyla değiştirebilme fırsatının yitirileceğini, yok eğer yanlışsa, bu sefer de doğrunun yanlışla çatışmasından doğacak berraklığın yitirilmesine sebep olur.
Eski alışkanlığa dayalı yeni çözümün ilk aşaması, Kürtler arasından seçilerek oluşturulan koruyuculuk sistemi idi. Bu sistemle olaylarla bahşedilmek istendi. Ancak geliştirilen sisteme dâhil olmakta ayak direten köylüler ve köyler için ise telafisi bugün dahi imkânsız olan yeni politikalar uygulamaya konuldu. Hedef koruyuculuk sistemine entegre olmak istemeyen köylerin boşaltılarak insansızlaştırılmasıydı. Ancak yurtlarında edilen bu insanlara iskân ve ikamet açısından gidilecek yer gösterilmediğinden eski politikalardan daha vahim sonuçlar doğurdu.
Çünkü tıpkı eskisi gibi yeni algı da sisteme dâhil olmak istemeyenlerin terörün yerel finansörleri olduğu şeklindeydi. O halde bunların ivedilikle cezalandırılması gerekli görüldü. Ancak çağın gelişen iletişim ve medya ağları 1927 ye benzer katliamların gerçekleşmesini bir nebze de olsa önledi. Gerçi kadın ve çocuklar samanlıklara doldurularak yakılmak suretiyle katledilmedi ama yerlerinden ve yurtlarından edilerek daha ağır bir cezalandırma olan asimilasyon yoluyla Teritoryal duyguyla karşı karşıya bırakıldılar. Böylece bu insanların vatan duygusunu zayıflatıp yurtsuzlaştırarak eski mekânlarıyla aralarındaki bağı koparmak suretiyle bir uçuruma sürükledi.
1990’lı yıllarda yetişkinler açısından durum daha vahimdi. Özellikle sözü dinlenen ileri gelenler faili meçhullerle karşı karşıya kaldı. Bölgede binlerce insan kendilerinden bir daha haber alınamayacak şekilde ortadan kayboldu. Tıpkı 1927 yılındaki olaylar dizisi gibi insanların sindirilmesi amaçlandı ve devlet bundan nispeten de başarılı oldu. Ama devletin hesaplamadığı durum bu uygulamaların insanları yeni bir sessizliğe yöneltme yerine dönemin dünya konjonktüründen de yararlanarak daha gür bir sedayla ortaya çıkmalarıydı.
Devletin askeri gücüyle yurtlarında ve köylerinde belli bir ekonomik gelire sahip olarak döngülerini gerçekleştirebilen ve geleneksel değerleriyle toplumsal denetimlerini sağlayabilen bu insanlar yerlerinden edildi. Gittikleri yerlerde öncelikle iki durumdan mahrum bırakılan insanlar için asıl sorunlar da bu noktadan sonra ortaya çıkmaya başladı. Değerlerinden ve ekonomik imkânlarından/gelirlerinden yoksun bırakılan bu insanlar, gittikleri kentlerin varoşlarında yaşama tutunma mücadelesi verirken, bunların çocukları ise yeni ortama uyum sağlamada farklı sorunlarla karşılaşmaya başladılar.
Yerlerinde/yurtlarında geleneksel değerleriyle toplumsal denetimi sağlayan kontrol mekanizması bir anda yerle bir oldu. Yeni yerlerde daha önce karşılaşmadıkları sorunlarla yüz yüze kalınca çözüm üretme eyleminde yetersiz kaldılar. Yaşadıkları sorunlar sonucunda çözümsüz kalan bu insanlar doğal olarak hem birbirlerine şüpheci bakışla yaklaşmaya başladırlar hem de yeni sıkıntıların doğurduğu problemlerle karşı karşıya kaldılar. Bu durum onların toplumsal ilişkilerine aksederek çetrefilleşen sorunlar yumağı halini aldı.
Tıpkı S. Millin dediği gibi “Ne devletin ne de halkın çoğunluğunun, başka birisine zarar vermeyen bir bireyin özgürlüğüne müdahale hakkı yoktur. Çünkü bir görüşü veya düşünceyi susturduğunuz zaman, hem bugünkü hem de gelecekteki kuşaklara zarar vermiş olursunuz”
Sonuç:
İşte 1990’lı yıllarda Devletin dönüşmek yerine farklılık arz edenleri susturarak dönüştürmeyi hedefleyen politikaları Kürdler açısından telafisi bugün bile mümkün olmayan sorunlar yumağı oluşturmuştur. Devlet Kürd toplumsal yapısının dinamiklerini yok ederek onları dönüştürmeyi amaçlamıştır. Ama gelinen noktada bunu başaramadığı gibi sorunların katmerleşerek karşısına çıkmasına yol açmıştır. Gerçi sonuçlar Kürdler açısından sorunlu görünmesine rağmen gelecekte yeni bir toplumsal talebe dönüşerek kendisini var kılacak gibi görünüyor.
PKK hareketinin siyasal versiyonunun evrilmeye çalıştığı zeminin bir süre sonra bu insanları tatmin etmekten uzak kalacağını şimdiden söylemek kehanet olarak algılanmamalıdır. Çünkü toplumsal dinamikler kendisini yeniden üreterek var olmaya/var kalmaya çalışmaktadırlar. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.