İnsanın düşünce dünyasını anlamımızı sağlayan önemli verilerden biri de ‘düşünce basamakları arasındaki tutarlılık’tır. Düşüncenin de anlamlı olmasını sağlayan önemli etkilerden biri ‘düşünce ile eylem’ arasındaki uyumdur. Bunlar bir insanın düşüncesini açığa çıkaran cetvel testi niteliğinde işlev gören verilerdir. Düşünceler bu çerçeve içerisinde ele alınınca asıl mantığın nereden kaynaklandığı konusunda önemli verilere ulaşma imkânı elde edilir.
Bugün özelde Türkiye İslamcılığı ile genelde ise ümmet mantığını öncelediğini ileri süren Ortadoğu Müslümanları düşünce bazında önemli çelişkiler yumağı içerisinde debelenmektedirler. Bu kesimler; ‘İslam dünyasında meydana gelen her olayın arkasında ‘böl, parçala ve yut’ mantalitesiyle hareket eden Batı emperyalizminin ve Siyonist mantığının olduğunu ileri sürmektedirler. Ancak eylem düzeyinde bakışları ele alındığında ne kadar tutarsız davrandıkları kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Ortadoğu’da bugün var olan devletlerin varlığını tescilleyen önemli belge SYKES PİCOT’tur. Bu antlaşma çerçevesinde yüzyılın başında gerçekleştirilen paylaşım sonucu ortaya çıkarılan her devletin varlığı bu antlaşmaya dayanmakta ve tescillenmektedir. Yüzyılın başındaki paylaşımla oluşturulan bu devletlerin yönetim erkini eline geçiren her grup veya anlayış buna sıkı biçimde sarılmak zorunda kalmıştır. Çünkü kendilerine bahşedilene karşılık yükümlülükler oluşturulmuş ve bu yükümlülükleri yerine getirme şartına bağlı olarak yönetim erkini ellerinde bulundurmalarına imkân sağlanmıştır.
Ancak bu antlaşmanın oluşturulduğu Ortadoğu coğrafyası dikkate alındığı çizilen sınırların içinde kalan toplumların homojenik yapı arz etmedikleri kolaylıkla görülmektedir. Din ve etnik köken bakımından Homojenikolmayan bu toplumların farklılığını denetimde tutmak için dayatma, imha ve inkârın yanında ötekileştirmeye yönelik kamuoyu baskısı kullanılmıştır. Yönetim erkini ele geçiren yapı ve grupların oluşturdukları korku imparatorluklarının yanı sıra ‘Emperyalist Batı veya ‘Siyonist mantığın kendilerini zayıflattığı’ düşüncesi halk yığınlarına benimsetilmiştir.
Özellikle Siyonist mantığın nihai amacının arz-i mevdut olduğu’ vurgulanarak sınırları içerisinde yer alan ve farklılık arz edenleri bu tehlikeye karşı zihinsel inşadan geçirmişlerdir. Böylece hem içeride sergiledikleri haksızlıkları daha kolay gizleme imkânı bulurken aynı zamanda kamuoyu baskısı ile farklılık arz edenleri denetleme amacı gütmüşlerdir. Böylece kendi sınırları veya diğer devletlerin sınırları içerisindeki her kalkışmayı bu amaca matuf bir eylem olarak topluma sunarak farklılıklarının insanı ve İslami bir hak olduğunu iddiasında bulunanlara karşı ötekileştirme geçekleştirilmiştir.
Oluşturulan bu algıyla halk nezdinde/kamuoyunda söz konusu antlaşmanın oluşturduğu sınırlar kutsallık derecesine yükseltilmiş ve buna karşı duran her kesim düşmanla işbirliği içinde olmakla suçlanmıştır. Bununla ele geçirilen yönetim erkine dayalı gücü daha kolay uygulama imkânı elde edilmiştir. İslamcılık ise bu tutumla, Allah’tan gelmeyeni Allah’tan gelmişçesine tartışılmaz kılarak süregelen durumu tartışmasız kılıp üstüne abanma handikabına düşmüştür.
Sykes Picot’la oluşturulan sınırların dinsel ve etnik olarak homojenlik arz etmediği vurgulanmıştı. Bu antlaşma ile Kürdistan’ın evleri arasına sınırlar çizildi ve Kürdistan farklı mantalitelere sahip devletler/devletçikler arasında paylaştırıldı. Yüzyıllık geçmiş dikkate alındığında buna karşı sesini yükselten tek kesimin de Kürd halkı olduğu görülmektedir. Kürdlerin evleri arasına çizilen sınırları kabul etmemesi, yönetim erkini elinde bulunduranların aslında iç kamuoyunda ellerini güçlendiren bir veri oluşturmuştur. Bu veriyle, Kürdlerin emperyal emellere hizmet edenler olduğunu hem kendi kamuoylarına hem de zihinsel inşa oluşturdukları kesime sunma olanağı bulmuşlardır.
Böylece kendi toplumları nezdinde Kürdlerin Batı emperyalizminin ve Siyonist mantığın isteği olan zayıf düşürerek böl parçala yut anlayışına hizmet eden kesim olarak lanse edilme imkânı elde edilmiştir. Kürdistan toprağının bir kısmını elinde tutan her devlet iç kamuoyunda Kürdlere karşı bu haksız propagandayı sürdürmekte hiçbir beis görmemiştir. Çünkü bununla içeride Kürdlere yönelik gerçekleştirecekleri her türlühaksız, hukuksuz ve adaletsiz uygulamanın perdelenmesi olanağını keşfetmişlerdir. Böylece Siyonistler ve emperyalistler karşısında, Kürdler tarafından yapılan her eylem aynı zamanda İslam dünyasının kalbine saplanan hançer olduğuna gerekçe oluşturulmuştur.
Kürdistan üzerinde egemenlik oluşturan devletler bu sayede/söylemle kendi iç kamuoylarından Batı emperyalizmi ve Siyonist mantıkla kurdukları ortak tezgâhı gizleme olanağı bulmuşlardır. Ki ‘siz öldürmeyi iyi bilirsiniz’ çıkışının aynı zamanda içerideki katliamları gizleme kisvesi olduğu unutulmamalıdır. Bir taraftan kendileriyle hareket edenlerden müteşekkil makul Kürd tipolojisi oluşturulurken diğer taraftan Kürdlerin haklı davaları ötekileştirilme çabası ortaya konulmuştur. Bugün Kürdistan’ı ellerinde bulunduran devletlerin Sykes Pikot’un bozulmasına karşı kendi iç kamuoylarında anti propaganda yürütülmesinin altında Kürdlere yönelik eylemleri gizleme amacı vardır.
Bunun açık örneği Türkiye İslamcılığının önemli kurumlarından biri olan ‘Mavera Eğitim ve Sağlık Vakfı’nın düzenlediği bir konferansta Kürd olan TRT Kürdi Koordinatörü Mustafa Ekici’ye şu cümleyi kurdurmaları manidardır: “Türkiye Cumhuriyeti\'nin ve Suriye\'nin Kürt vatandaşlarıyla değil, emperyalistler tarafından kullanılan ve Kürtler adına hareket eden örgütlerle problemi olmuştur hep. Şimdi de olan mücadele yine bu örgütlerledir.\" Devamında ise “100 yıl sonra tarih tekerrür etmekte ve İngiltere ile Fransa arasında 1916 yılında gizli olarak imzalanan; Osmanlı Devleti\'nin Orta Doğu\'daki topraklarının paylaşılmasını öngören; Sykes Picot Anlaşması, günümüz koşullarına göre yeniden revize edilerek karşımıza çıkmaktadır.” Cümleleri dikkatle incelediğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin masum olduğu ön plana çıkarılmakta ve bu antlaşma ile çizilen sınırlarının kutsandığı görülecektir.
Sonuç:
Türkiye İslamcılığı yola çıkarken tüm dünya Müslümanlarının sorunlarını kendi sorunu olarak tanımlamış ve bunun çözüm yolunun ümmet birlikteliğiyle olacağını deklere etmişti. Günümüzde yönetim erkini elinde bulunduran bu kesim deklere ettiği mantığı kendi egemen toplumunun zihin yapısına uygun bir Osmanlı egemenliği biçimine sokarak bunu ümmet birliği biçiminde topluma benimsetme arayışındadır. Eğer bu mantığa sahip olmasalardı kendi toprakları içinde yaşayan Kürd halkının insani ve İslami haklarını hiç tereddüt etmeden iade ederlerdi. Kürd vatandaşlarıyla problemleri olmadığını ifade ederlerken bunda ne kadar tutarsızoldukları sergiledikleri eylemle ortaya çıkmaktadır. Eğer problem emperyalistler tarafından kullanılan ve Kürdler adına hareket eden örgütler ise son altı ay içerisinde yaşlı, kadın ve çocuk demeden katledilen sivilleri nereye koyacağız?
Bugün vatanlarını aralarında paylaşan devletler tarafından Kürdlere uygulanan hak, hukuk ve adalet tanımama karşısında Kürdlerin sesini cılız da olsa duymaya başlayan bir dünya var. Bunun karşısında paniğe kapılan paylaşımcılar içeride ve dışarıda yoğun bir çabayla Kürdlerin Dünya tarafından duyulan çığlıklarını kesme derdine düşmüşlerse bunun nedeni Sykes Picot’un yavaş yavaş ellerinin altından kaymaya başladığını görmeleridir. Özelde Türkiye İslamcılığı buna karşı atak geliştirirken özellikle devşirdiği mantığa uygun düşünen kendi makul Kürdleriyle kamuoyunu etkileme derdine düşmüştür.
Türkiye İslamcılığına Soralım:
Madem ümmet olacaktık! Ümmet olmanın koşulu, her kesimin
kendi adı ve varlığıyla orada yer alması değil miydi? Medine’de Selman-ı Farisi, Seheyl-i Rum-i ve Bila-i Habeş-i her toplumun ve kesimin kendi
öz varlıklarıyla var olacaklarını gösteren
prototipler değil miydi? - Medine Sözleşmesiyle her kesimin hak, hukukunu tanıyarak gerektiğinde karşı tarafın hukukuyla hareket eden Hz Peygamber değil miydi? O zaman neden kendi içinizdeki Kürdlerin temel
İnsani ve
İslami haklarını teslim etmeye yanaşmayıp Kürdleri Emperyalizmin ve Siyonizm’in emellerine hizmet edecek duruma sokuyorsunuz!?
Eğer samimi olsaydınız ‘bize karşı bizden olanları alanlara çıkartarak bizi etkilemeye çalışmak’ yerine Medine’deki peygamber gibi bizi varlığımızla tescil etme derdine düşerdiniz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.