Bir toplumda yozlaştırma oluşturmanın yolu, onu tarihsel süreçte oluşmuş değer niteliğindeki bağlarından kopuşunu sağlayacak zemini hazırlamakla mümkündür. Bunun için de, tarihsel süreçte toplumuna sunduğu katkılarla önderlik vasfı kazananlar ile halk arasında zihinsel ve duygusal uçurum oluşturacak veriler kullanılır. Bu veriler daha çok, değerlerden kopuşu sağlamaya yönelik algı operasyonlarıdır. Halk algı operasyonlarının arkasına gizlenen amaç yerine görünen duruma odaklanacağı için, o an’a ait somut veriyi dikkate alır. Bunun için de hedef seçilen kesimin herhangi bir konudaki -önemli veya önemsiz- olumsuzlukları öne çıkartılır.
Böylece söz konusu kesimin toplum nezdinde itibarsızlaştırılması sağlanır. Bu kesimin toplum için yaptığı olumlu katkılar hiçbir şekilde söz konusu edilmez. Oluşturulmak istenen olumsuz imajla halkın zihninde tarihsel değerlerle oluşmuş berraklık izole edilerek zihinsel ve duygusal bulanıklık ortaya çıkartılır. Böylece hedefe konulan kesimin aslında menfaatperest olduğu ve geçmişteki olumlu niteliklerinin de bu amacı gizlemeye matuf olduğu kanaati toplum nezdinde oluşturulmak istenir.
Somutlaştıralım: 1808’den itibaren ortadan kaldırılmaya başlanan Kürdistan Mirliklerinin yerini süreç içerisinde alan dinsel öğeler olan Şeyhlere ve Melelere – ki Mirlikler döneminin en üst danışma kurullarını oluşturmaktaydılar – yönelik toplumda olumsuz imaj oluşturma çabasının varlığına hemen hemen her alanda şahitlik etmekteyiz. Kürdistan davasını hiç de kısa sayılmayacak bir dönem omuzlayan bu kesimin hedef tahtasına oturtulmasının altında yatan sebepleri doğru okuyamadığımız sürece, sorunu çözme becerisini göstermek imkânsızlaşıyor.
‘Kürdlerin zihinsel ve duygusal dünyası ile oynamanın yolu’ olarak seçilen bu yöntemin altını doldurmak için ‘Şeyhlerin ve Melelerin menfaatperest oldukları’ algısının yerleştirilmesine ihtiyaç vardı. Kürdlere bir şekilde önderlik etmiş olan bu kesimlerle toplum arasında uçurum oluşturmak için kullanılan argüman da \"Şeyhler ve Meleler kendi çocuklarını okuttular ama halkın çocuklarının okumasını engellediler\" ifadesidir. Oluşturulmak istenen bu algının manipülatif olduğu ancak reel durumla açıklanabilir. Reel durumla manipülatif durum arasındaki farkı görmek, asıl amacın ne olduğunu ortaya çıkartır.
Bu söylem, reel koşullardan arındırılmış olarak Türkiye’de daha çok Kürdlerin değerleri üzerinden tartışılmaktadır. Söylem; sömürgeleştirilen ve siyasal egemenlikleri elinden alınan bir toplumun, durumun vahametini kavraması yerine, yaratılan algıya teslim olması için zihinsel ve duygusal dünyasını tahribe yöneliktir. Bununla amaçlananın, ‘kendi toplumsal değerlerine yabancılaştırma oluşturarak o değerlere saldırı için kanıtlar üretmek’ olduğunu görmek gerekiyor. Kürdler -farkında olarak veya olmayarak- bu değirmene su taşımaya başlayınca istenilen amaç hâsıl oluyor. Aslında bunun altında yatan sebebin siyasal egemenlik olduğu fark edilse, amacın ters yüz olması an meselesidir.
Önce reel durumu açalım: Kuzey Kürdistan’ı sömürgeleştiren TC’nin ayakları yer tutunca geleneksel değerlere savaş açtı. Bu savaşı Kürdler arasına yayması Türklere göre daha zordu. Dolayısıyla Kürd eşrafının halkın gözünde itibarsızlaştırılması öncelikli hedef olarak seçildi. Eğitimin tek tipleştirilmesi ve geleneksel eğitimin engellenmesi Kürd halkı açısından en az iki neslin eğitim ve öğretimden uzak kalması anlamına geliyordu. Bunu fark eden Kürd eşrafı geleneksel değerlere dayanan ilişkilerini kullanarak çocuklarını şehir merkezlerinde oluşturdukları imkânlarla kısa sürede eğitime dahil etme imkanı buldular. Bunun yanında Kürd eşrafının o dönemde sürgüne gönderilmesi ve sürgün edildikleri yerlerde söz konusu eğitim fırsatını çocukları için kullanmaktan imtina etmediler.
Oysa gerçeklik, sahip olunan toplumsal koşul ve imkânlarla alakalıdır. Kürdistan Şeyhleri, Melleleri ve Eşrafı yaşanılan travmalara rağmen, dönem ve koşullar dikkate alındığında, şehir merkezleriyle olan ilişkilerini kısmen de olsa sürdürmüşlerdir. Bu imkânı kullanarak o dönemde çocuklarını eğitim sistemine dâhil edebildiler ve bu tutumlarını sürdürdüler. Ancak halk bu imkândan yoksun olduğu için onu kullanamadı.
Reel duruma örnek: 1928 Affı’yla Fransız egemenliğindeki Kürdistan’dan köyüne dönen, Şeyh Said başkaldırısının Elazığ Cephesi Komutanı Şeyh Şerif’in kardeşi Şeyh Hüseyin, TC’ne karşı durmanın bir yolunun da eğitim seçeneği olduğunu düşündüğü için çocuklarını 1930’da Diyarbakır’a göndererek okula başlamalarını sağlamıştır. Bu olanağa sahip olduğu için bunu kullanmaktan imtina etmedi. Bir başka nokta da, TC tarafından o dönemde sürgüne gönderilen Kürdistan Şeyh ve Eşrafı’nın gönderildikleri yerlerde çocuklarını var olan eğitime dâhil etmeleridir. Bu iki durum, onların halka oranla daha erken dönemde çocuklarını eğitime dâhil etmelerine yol açtı. Sürgün sonrasında ise eğitim basamaklarında kısmen yol almış olan çocuklarının kendi dayatmalarıyla eğitime devam ettikleri gerçeği orta yerde durmaktadır.
Realitenin dayandığı alt yapı: Ancak bu durumu bile hazmedemeyen sömürgeci TC mantığı koşul olarak bunu engelleyemeyince, ‘algısal itibarsızlaştırma’ yolunu seçti. Bunu başarması için de kendini bilmez birkaç kişinin o yöndeki tutumunu kullandı. Malı ve canıyla Kürdistan davasına özellikle 1925 ve sonrasında katılan Şeyh, Mele ve Eşraf’ı bu kendini bilmeyen birkaç kişinin tutumu üzerinden vurmak elbette TC’nin işine geliyordu. -Hatta o dönemde TC eliyle toplumda öne çıkarıtılan ve Kürdistan Şeyh, Mele ve Eşrafı yerine ikame edilenlere bu tür fırsatların bilinçli olarak yaratıldığı da unutulmamalıdır-. Şuan isim anmadan Elazığ bölgesinde buna birkaç örnek vermek mümkündür.
Toplumsal algı operasyonu Kürdistan’da bu nokta üzerinden yürütüldü. Eğer algısal itibarsızlaştırma için kullanılan söz konusu argüman “kendi çocuklarını okuttular ama halkın çocuklarını okutmasını engellediler” doğru ise, o zaman şuna nasıl cevap bulacağız? TC siteminin temel dayanağı olarak tesis edilen köy enstitülerinin kapatılması sonrasında Kürdistan\'da açtırdığı yatılı bölge okullarına çocuklarını gönderen halk neden engellenemedi. Demek ki koşullar elverdiği zaman koşulun her kesim tarafından kullanılabileceğini görmek gerekiyor. Öyleyse reel koşullar bir durumdan faydalanma imkânı oluşturuyorsa, halk bunu kullanmak için icazet beklemeden de bunu kullanmaya yönelir sonucuna ulaşabiliyoruz.
Bir örnek daha verelim. Özellikle Yatılı Bölge okullarında dinsizlik propagandasına maruz kalan çocuklarını koruma refleksiyle uzak duranların ise, 1970’lerde Kürdistan’da açılan “vakıf yurtları” veya “İmam Hatip Pansiyonları” imkânını kullanarak çocuklarını eğitime dâhil edenleri de unutmamak gerekiyor. Aslında o vakıfların düşünce dünyasıyla hiçbir ilgileri olmamalarına rağmen çocukların bunlara teslim edilmeleri koşulun değerlendirilmesine açık örnektir. Son otuz yılda öne çıkan Fetullahçı Yurtlarını da bu kategori içerisinde değerlendirmek gerekiyor.
O halde sorulması gereken soru şu. Kürdistan’da itibarsızlaştırmaya dayalı olan bu tür bir algı operasyonuyla gelecek açısından amaçlanan durum neydi?
Devam edecek…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.