Biz Kürtlerin birbirimizle uğraşmaktan sanata ayıracak zamanımız olmuyor ne yazık ki.
Ama varsın olsun birbirimizle uğraşmak ta aslında sanatın bir dalı sayılmaz mı?
Sanat dediğinde toplumsal empati, bizim birbirimizi suçlamamız ve birbirimizle savaşmamız da bir sanattır. Hani savaş sanatı deniliyor ya işte tam da bu yaptıklarımıza giriyor?
Birbirimize karşı tozu dumana katmamız belki de sanata verdiğimiz değerin ölçüsü olmaktadır.
Tarih belki de Kürtlerin bu denli birbirlerini suçlamalarını, birbirlerini hain ilan etmelerini, birbirlerinin kuyularını kazmayı da sanat olarak ele alabilir.
Yine de kardeşin kardeşi nasıl amuda kaldırdığını ve nasıl tuşa getirdiği konusunda dünyaya hayli zengin bir savaş ve pusu sanatı sunmaktayız. Bunu bir kaç yıl sonra tarihin akışı içinde göreceğimiz konusunda endişeniz olmasın.
Kardeşin kardeşle savaşı, hainlik sanatı, birbirini karalama sanatı, kendinden başka kimseye yaşama hakkı tanımama sanatı, düşmana sevimli görünme sanatı, yağ sürmeden yağlı güreşe soyunma sanatı gibi birçok sanat dalını üzülerek söylemeliyim ki biz Kürtler icat etmişizdir.
Biz Kürtlerde bilinen edebiyat, tarih, tiyatro, sinema, gazetecilik gibi sanat dalları maalesef çokça gelişkin değil ve bu konuda da çok cılız çabalar vardır. Çünkü yeni sanat dalları icat ettiğimizden dolayı, asıl sanata zamanımız kalmıyor
Belki birçoğunuz olur mu son yıllarda epeyce yol aldık diye bilirsiniz. Ama ne yazık ki sanat resmi söylemler altında yeşermiyor.
Bizde çokça gazeteci ve aydın olduğunu da söyleyebiliriz. Vardır demekle, gerçekten olmak birbirleriyle çelişen iki kavram. Bir tarihimiz yok örneğin. Romanımız yok örneğin.
Bu konuda çaba harcayanlar yok değil. İyi niyetle kendi öz çabalarıyla bir şeyler yapmaya çalışan arkadaşlarımıza şükran duymamız lazım. Ama maalesef şükran duymak yetmiyor.
Son 30 yıllık Kürt tarihinde onlarca ince Mehmetler çıkar. Sanatın, Roman’ın Şiir’in, Tiyatro’nun olmadığı toplumlarda bir sakatlık oluşuyor.
Kendilerini başka toplumlara anlatamıyor ve tanıtamıyorlar.
Sanatın özellikle anlatı sanatlarının işlevlerinden başlıca biride, insanı insana tanıtmaktır. Romanıyla, Şiiriyle, Oyunuyla yazın bir yazarın önce kendisini ve kendi toplumunun insanlarını başka insanlara anlatarak tanıtması demektir.
Böylece, yazın yoluyla bir toplumun insanlarını başka toplumların insanları tanımış olur. Başka hiç bir araç, insanları insanlara, toplumları toplumlara, halktan halklara, ulusları uluslara yazın kertesinde anlatıp tanıtamaz. Çehov’la, Gorki’yle, Tolstoy ve Dostoyevski’yle Rus insanı, Solohov’la, Simenov’la, Cengiz Aytmatov’la, Resul Hamzatov’la Sovyet insanını tanırız.
Servantes’le, Lorca’yla geçmişten günümüze Ispanyol insanını tanıyoruz. Mark Twain’le, Jack London’la, Herman Melville’le, Steinberc’le Amerikan insanını tanıyoruz. Balzac, Zola, Flaubert bize Fransız insanını tanıtıyor. Dünya insanları yazın yoluyla, görüp konuşmadan birbirlerini çok yakından öğrenip tanımış olurlar.
Tanımak, sevmenin ilk adımıdır. Tanımayınca birbirimizi sevmenin olanağı yoktur.
Bir insanı sevmek, o insanın iyi ve kötü, olumlu ve olumsuz yanlarıyla tanımak demektir. Gerçek sevgi, İnsanı salt iyi yanlarıyla değil, gerçekliğiyle sevmektir.
Yazın bizi başkalarına ve başkalarını bize, turistik bir yapıt gibi salt güzel ve çekici yanlarımızla değil, güzellik ve çirkinliklerimizle, iyi ve kötülüklerimizle, olumlu ve olumsuzluklarımızla tanıtarak birbirimizi bağışlayıcılıkla sevmemize yardım eder.
Savaşan ve savaşta birbirlerini öldüren insanlar, birbirlerini tanımıyorlar. Tanımadıkları için de sevmiyorlardır. Birbirlerini tanıdıkları ve sevdikleri halde birbirlerini öldürenler savaşmıyorlar, gazete haberlerine geçen cinayetleri işliyorlar. Cinayetler insanların ruhsal depremleri sonucu işlenir.
Savaşlarda cinayettir ama, hem toplu cinayettir, hem de bireyin istenci dışındadır. Savaşta, hiç tanışmadığınız, görmediğiniz, bilmediğiniz bir insanı öldürmeye çalışıyoruz ve bizi görmemiş, tanımamış bir insan da bizi öldürmeye çalışıyor.
Düşünelim: Savaşta karşılıklı olarak birbirlerini öldürmeye çalışanlar ve öldürenler birbirlerini tanımış ve tanıdıktan sonra da sevmiş olsalardı yine de istençleri dışında savaş denilen bu toplu cinayete katılırlar mıydı?
Maurice Ravel’in ‘Sol EL Konçertosu’nu nasıl yarattığını bilir misiniz ? Ravel Birinci Dünya Savaşın da askerdir. Boyu kısa olduğu için cepheye değil, geri hizmette kamyon şoförü olarak askerlik yapıyor. Kamyonla cepheye mermi taşıyor. O cephede Fransızların karşısında Avusturyalı lar var. Tanınmış ve çok değerli Avusturyalı bir piyanist de cephede çarpışıyor. Bu piyanist Fransız cephesinde atılan bir top mermisiyle yaralanır ve sağ kolunu yetirir. Artık tek kollu kalan bu değerli piyanist piyano çalamayacaktır. Ravel, bu acı haberi duyunca çok büyük üzüntüye kapılır.
Niçin? Çünkü düşman denilen bir ordu içindeki o piyanisti tanıyordu. Belki de o piyanisti yaralayan top mermisini Ravel taşımamıştı kamyonuyla. Ama Ravel kendini öylesine suçlar ve acı duyar ki, işte bu derin üzünçle ’Sol El Konçertosu’ nu yazar.
Ravel’in Avusturya ordusundaki piyanisti tanıdığı gibi, Fransızlar Avusturya ordusundaki insanları ve Avusturya ordusundakiler de Fransız ordusundaki insanları tanımış olsalardı, yine de birbirlerini öldürürler miydi? Ve birbirlerini öldürdüler diye kahraman sayılır mıydılar?
Genelde bütün sanatların, ama en belirgin anlatı da sanat olduğu için özellikle Yazar’ın savaşa karşı olması, kendi özünden doğasından gelir. Çünkü yazın bizi bize tanıtır ve tanıtarak sevdirilir. İnsani insana, toplumu topluma, halkı halka, ulusu ulusa sevdiren sanat yapıtını yaratan sanatçı da, çok doğal olarak barışa hizmet etmiş olur.
Yazının,bağımsızlık savaşı, ulusal savaşlar ve sınıfsal savaşları, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Büyük Fransız Devrimi savaşları, Sovyet Devrimi savaşları barışı kurmak için girişilmiş savaşlardır.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığım sanatçının ve özellikle yazarın yarattığı yapıt yoluyla savaşa karşı olmasıdır. Birde bunun dışında, sanatçıların salt yapıtlarıyla değil, kişilikleriyle savaşa karşı oluşlarını davranış, söz, yazı, toplantı, yürüyüş vb gibi eylemlerle belirtiklerine tanık oluyoruz.
Sanatçı, çağının bütün sorumluluğunu taşıyan kişi olduğuna savaşa karşı ve barıştan yana oluşunu, yapıtları dışındaki eylemleriyle de göstermeli, bu konuda da görevini yerine getirmelidir.
Yakın geçmişimize bakarsak yazarın ve yazının barışa hizmetinin değerini anlamamız kolaylaşır. Türkiye 33 yıldır bir iç savaş yaşıyor. Ayrıca Sanatçı’nın ve genelde bütün insanların barıştan yana olmaları, her şeyden önce çıkarları gereğidir. Savaşlar büyük yazınsal yapıtların konuları olsalar da, hiç bir başyapıt savaş sırasında yazılmış yaratılmış değildir.
Bu yüzden sanatçıların barışa gereksinimleri yaratıcılıkları bakımından da yaşamsaldır. Ne yandan bakılırsa bakılsın gerçek sanatçının savaşa karşı olması, savaşa karşı eylemlerde bulunması görevidir, borcudur. Türklerin asimilasyonuna ve kirli savaşına kaç Türk sanatçısı ve aydını karşı çıktı varın siz düşünün.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.