Bu günlerde bana Türkiye’de en tehlikeli meslek hangisidir diye sorsanız, hiç düşünmeden gazetecilik derim. Oysa dünyanın her ülkesinde bomba imha uzmanlığı, sirk cambazlığı, yerin yüzlerce metre altında çalışan maden isçiliği, paralı asker olma gibi birçok meslek sayılıyor tehlikeli meslekler arasında, ama gazetecilik birinci sırada yer almıyor. Gazetecilik sadece Türkiye’de ve Türkiye’ye benzeyen ülkelerde tehlikeli bir meslek haline gelmiştir. Gerçek ile yalan arasında, vicdan ile vicdansızlık arasında, iş ile işsizlik arasında, yandaş ile tarafsızlık arasında, hapse atılmak ile dışarda kalmak arasında sınanıp duruluyor bu meslek. Vicdanlı gazeteciler için tefal tava gibi kaygan bir zemin yaratılmış kısacası.
İyimser olunacak hiçbir şey kalmamış gibi. Kötü, tehlikeli, kaygı verici gibi cümlelerin yetersiz kaldığı bir süreçten geçiriliyor tüm toplum. 15 Temmuz sonrası korkunun her gün biraz daha derinleştirilip koyulaştırıldığı bir sarmalda, toplum çırpınıp duruyor. En acısı da, zulümüm kol gezdiği ve müritler tarafından körüklenip desteklendiği bu ortamda, insanların birbirlerinin halini görmezden gelmesi, şiddeti, ölümleri, yıkımları, yakmaları kanıksamaları ve bu bataklıkta yüzmek için birbirleriyle ölümüne yarışmaları…
Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtleri asimilasyon etme zihniyetiyle ezdiler. Kürtlerin bir gün mutlaka buna dur demek için ayağa kalkacakları, bu baskı ve züllüme dur diyeceklerini bildikleri için Kürdistan’a hiç yatırım yapmadılar, Kürtlerin bir gün ayağa kalkmamaları için aşiret reislerini, şeyhleri, ağaları kısaca feodal yapıyı sonuna kadar desteklediler ve bütün hakları inkâr edilen Kürtlerin her ayaklanmasını dış mihrakların bir oyunu olarak gösterdiler ve göstermekteler.
Kürtlerin de Türkler kadar bu ülkede hakları bulunduğunu asla söylemediler. Kürt ayaklanmalarının bu asimilasyon politikalarından kaynaklandığını söylemediler, söyleyenleri de hapislerde çürüttüler. Kitaplarda, gazetelerde yazılmasını yasakladılar.
Ve, son 45 yıldır süren bu savaşın nedenlerini, Kürt meselesinin gerçeğinin anlatılmasına izin vermediler ve vermek istemiyorlar.
Devlet, gittikçe daha sertleşen bir politika izleme arifesinde…
Devletin gözü PKK’yi iyice kesmiş ve “biz bunu bitiririz” inancı nedense kuvvetlenmiş. Biz bunu daha öncede defalarca yaptık, şimdi neden olmasın havasında…
Bu inanca dayalı olarak da baskıyı arttırıyor, tutuklamaları alabildiğince genişletiyor.
Bu şiddet ve baskı politikasını da özellikle Kürtlerin legal alanda HDP ile muhalefet başarısı göstermeleri ve Rojava’da elde ettikleri kazanımların devlette yarattığı öfkenin şiddette dönüştürülerek Rojava kazanımlarını bertaraf etme üzerine kurgulanan stratejinin sahada vücut bulması olarak belirtebiliriz.
Devletin çözüm konusunda bir acelesi olmadığını görüyoruz.
Devletin, PKK’nin civarından geçen, sempati duyan herkesi toplayıp hapsetmeyi düşündüğünü İçişleri Bakanı’nın ağzından öğrendik. Yani devlet savaşıp duralım diyor. İnsanlar ölsün, şehirler yıkılıp yakılsın, insanlar yaşamlarının kalan kısmını hapislerden geçirsin diyor. Devleti şiddet konusunda çok arzulu ve iştahlı görüyoruz. Yakıp yıktığı Kürt şehirlerine bayraklar çekip utanmazca “Ne mutlu Türküm diyene” panosunun altında topluca resimler çeken anlayış, aynı istekliliği başka hiç bir konuda göstermiyor ne yazık ki.
Karşımızda heyula gibi bir şiddet, ölen çocuklar, cenazeler, ağlayan kadınlar, harabeye çevrilmiş şehirler, kelle sayısı anlayışı, kitleler halinde tutuklamalar duruyor. Çözmek değil “yenmek” istiyorlar. Ama tarih her defasında kendilerine hep şunu söyledi, yendikçe yenilirsiniz.
İnkar ve imha politikaları karşısında denetimini yitirmiş, pusulası bozulmuş, terazinin ölçüsünü elinden kaçırmış, panik içinde oraya buraya amaçsız saldıran iktidar, ayakta kalabilmek için, Kürtlere savaşı dayatmayla, şoven kesimlerden alacakları oyların dışında başka çare görmüyor. Bu da ancak faşizan uygulamalarla, hukuk ve adaletin sıfırlanmasıyla, dikta rejimiyle; yurt dışında savaşla olur ki şu anda Türkiye devleti her ikisini de yaşıyor.
Artık iktidarın fıtratında öfke, panik, intikamcılık var. Daha da vahimi, Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” söyleminde ifadesini bulan “musibeti fırsata çevirme” zihniyetiyle her türlü muhalefeti susturma, sindirme, yok etme yoluna gidiliyor. Muazzam bir algı operasyonu ve haber manipülasyonuyla, önüne çıkanı biçe biçe şiddet sarmalını gittikçe hızlandırmakta.
Şoven milliyetçiliğin, faşizan zihniyetin, Sünnî Türk unsurlar dışındakileri ötekileştirmenin, atbaşı giden Kürt düşmanlığının yaygınlaşıp derinleşmesi; “yerli ve millî” sloganı altında evrensel değerlerden, insan haklarından ve de hukuktan kopuşun hızlanması olmakta bu şiddet sarmalı.
Böylesi dönemlerde toplumdaki kirlenme, insanların vicdan aşınması, iktidara yaranmak, parsa kapmak için her yolu deneme, muktedirin önünde diz çökme eğilimi artar. Şu günlerdeki ihbar furyasına, itirafçı muhbir enflasyonuna bakmak yeter. Muhtarlar toplantısında teşvik edilen muhbirlik bir virüs gibi topluma yayılmakta. Cumhurbaşkanı muhtarlarla kalmayıp, vatandaşlarından apartmandaki komşularını bile ihbar etmelerini istiyor. Nicedir vicdan, ahlâk, karakter aşınmasına bizzat iktidar tarafından uğratılmış vatandaş da gereğini yapmakta gecikmiyor. Medyanın ekran yüzleri; kendi karşıtları gazetecileri, aydınları, akademisyenlerin kimliklerini açık açık belli ederek ihbar etmeleri, aşağılamaları, itibarsızlaştırmak için çabalamalarını ibretle izliyoruz.
Devlet PKK ile muhataplığında bir kez daha şiddet tercihine mührünü bastı. Şiddetinin amacı da PKK’ye silah bıraktırmak, koşulsuz teslim olmaya zorlamak veya imha etmek olarak ifade ediliyor iktidar çevrelerince. ‘‘Ya teslim ol ya da öl’’ diyebileceğimiz bir yaklaşım bu.
Temel hedefi parayı sıfırlamak, şiddet yoluyla iktidarda kalmak olan bir zihniyetin, yüz yıllık bir toplumsal soruna böyle yaklaşması doğal. Çünkü bu yaklaşım, sayıları 40 bini aşan can kaybının ağırlıklı olarak Kürtlerin olması ve Kürtlerin teslim olmak yerine ölmeyi tercih etmelerini görmezden geliyor.
Batıda yaşayan ve ‘‘Türkiye Türklerindir’’ logosu altında ‘’özgürce’’ yazan Türkler, Kürtlere yönelik bu şiddeti görmüyor. Görmezden gelmeyi tercih ediyor ve bunu yaparak Kürtlerin hak taleplerini şiddet ve imha tehdidiyle bastırmayı seçen devletin yanında yer almayı amasız, fakatsız kabul ediyor.
Cizre’de, Sur’da bodrumlara sığınmış kadın ve çocukları kurtarmayı bir an bile aklına getirmeyen, hep imha yolunu tercih eden yaklaşım da şiddetti tek ikna veya pazarlık yöntemi olarak seçmenin bir sonucu bu.
Binaların bodrumlara sığınmış yüzlerce insanı yakarak, bombalayarak öldüren bir devlet imkansızın peşinde.
Türkiye, 45 yılına giren bir gerilla savaşı gerçeğini yaşıyor ve bugün hala bunu 1915 modeli yöntemlerle çözmeye çalışıyor.
Dayatmacı politika seçim kazandırabilir, ama savaş kazandıramaz. Tarih bunu defalarca göstermiş bulunuyor bize…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.