Ve lakin rahmetliye mezarda da huzur bırakmadılar. 1946\'da cesedi Domenico Leccisi isimli bir politikacı ve iki yaveri tarafından mezarı kazılıp kaçırıldı. ‘’Ulan adamdan ne istiyorsunuz?’’ diyesi geliyor insanın. Ve Cesedi Milano dışında, Certosa di Pavia\'da 11 yıl boyunca bir gardıropta saklandı. Cesedin nasıl olup da kokmadığı, niye 11 yıl boyunca dolapta tutulduğu hakkında rivayetler çok olmasına rağmen, henüz şimdiye kadar mantıklı bir açıklama yapılmamıştır. Tam Türk usulü bir icat değil mi?
O günlerde gazetelerde solcu olarak damgalananlardan görüş almak, röportaj yapmak mümkün değildi. Bunların arasında Mahsuni Şerif, Tarık Akan, Aziz Nesin, Rahmi Saltuk vb. ön sıralardaydılar. Hepsiyle de görüşüyordum ama röportaj yapma şansım yoktu, çünkü yayınlanmazdı.
Nitekim haftalık bir sol gazete çalışmaları başlamıştı ve aynı gazetede birlikte çalıştığım arkadaşım da gazetenin yazı işleri müdürü olmuştu Çağdaş Gazetesi’nin. Kendi gazetemizde çalışırken yayınlanmayan, yayınlanmayacak haberleri burada yayınlamaya başladık. Gazete ikinci hafta 50 bin tirajı aştı.
“Zincirli Öğretmen” haberimden dolayı DGM’ye ifade vermeye gitmiştim. Çıkışta Aziz Nesin’le karşılaştım. “Hocam bir röportaj için sizinle uygun bir zamanda görüşmek istiyorum,” dedim. Önce güldü, sonra “Gazetenin patronu mu değişti, yoksa kendini işten attırmayı mı düşünüyorsun?” diye sordu. “Isis de değil hocam, Çağdaş Gazetesi için”, diye yanıtladım sorusunu. ‘’Sen de gönüllü çalışanlardansın demek öyle mi ?” diye sordu. “Evet,\" dedim. ‘’Tamam, yarın görüşelim,’’ dedi. ‘’Tamam,’’ diyerek ayrıldım.
Ertesi gün buluştuğumuzda teybi açtığımda ilk sorum ‘’Hocam sizce aydın kimdir? ’sorusu oldu. ‘’Eğer toplum devlet yapısıyla demokrat değilse, bireylerin tek başına demokrat olmaları olası değil. Yani devletin toplum yapısı demokratsa bireyler de, vatandaşlar da demokrat olabilirler. Onun için de demokrat olmak, aydın olmak, yasaların tümünü çiğnemek demektir. Hani bu diktatörlük yasalarını kaç kişi çiğniyor? Bu da demek oluyor ki, bu yasalara bağlı kalarak aydın olunmaz,’’ diye yanıtladı bu sorumu.
“Bu yasaları çiğnemeden aydın ve demokrat olunur mu Hocam? Bizim köşe yazarlarımızın her biri bir lüks odada kalıyor, bizim yaptığımız haberler üzerinde memleketi yorumluyor ve biz aydınız iddiasındalar,” dedim. “Köşe yazarları da böyledir. Köşe yazarlığı Türkiye’ye özgü bir yazarlık türüdür. Dünyanın hiçbir yerinde her Allah’ın günü, her konuda akıl hocalığı yapan yazar yoktur. Bu sadece Türkiye’ye özgüdür. Hatta bizim yazarlar bununla övünür. Efendim 90 yaşına kadar elinden kalemi bırakmadı. Ama ne yaptı, yani kalemi bırakmadı da. Ben de yaptım. Bilmediğiniz konu olunca rahat yazarsınız, ders verirsiniz. Sana bir örnek vereyim: Bir yazı yazmıştım, tren gidiyor köpek de onunla yarışıyor, ‘köpek ter içinde kaldı’ dedim. Okuyucunun birinden mektup geldi bana. ‘Ben yıllardır seni okuyorum, hep inanıyordum yazdıklarına. Yalancının biriymişsin meğer. Hiçbir sözüne inanmıyorum artık. Bir de sosyalizm dersi veriyorsun. Köpek terler mi aptal?’ diye yazıyordu. Çok şaşırdım buna. Köpek niye terlemiyor diye. O da bir memeli hayvan. Sonra ansiklopedilere baktım, ama bu konuda hiçbir şey bulamadım. Bir arkadaşıma sordum, o da avcılık yapıyordu. Meseleyi anlattım. ‘Adam haklı,’ dedi. ‘Köpek gerçekten terlemez mi? Köpek terlerse derisinden eldiven yapılır. Terlemediği için eldiven yapılmaz. O yüzden ağzından salyası akar, teri dilinden çıkarır,’ dedi. İşte neymiş, bilmediğin her konuda ahkâm keser bazıları,’’ dedi.
‘’Hocam solculardan, sosyalistlerden de diktatör çıkar mı?’’ diye sordum. ‘’Ulan,’’ dedi, ‘’hiç Polpotu da mı duymadın? Ha, diyelim ki onu duymadın, Musolini denen bir zatı da mı duymadın ?’’ dedi. Belli ki hiddetlenmişti. ‘’Ama Musoloni ne alaka ?’’ deyiverdim kendi kendime. Kimsenin beni duymadığını sanıyordum ama yanılmıştım. ‘’Git oku adamın hayatını, babasının nasıl ateşli bir sosyalist partisi sempatizanı olduğunu, kendisinin de senin gibi bir gazeteci, hem de sosyalistlerin gazetesinde başyazar olduğunu,’’ diye açıkladı.
Dilim damağım kurumuştu. Bizi severdi, hiddetlenmesi de ondandı. Röportajı bitirdikten sonra, ‘’Sana kızmadığımı bilirsin,’’ dedi. Evet biliyordum. Hiddetlenmesi benim cahilliğimeydi. Elitre ve Etopya, Filistin ve bütün Latin ülkelerinin tarihlerini bir nefeste anlatan ben, Mussolli’nin eski bir solcu olduğunu bilmemem doğrusu yenilir yutulur cinsten değildi. Yuh olsun bana, bunu nasıl atlamışım!
Gazeteye döndüğümde rahmetli Çetin Altan’a, Aziz Nesin’le röportaj yaptığımı ve haftalık gazetede yayınlayacağımı söyledim. ‘’Ulan yani basında ben varken Aziz’e mi gidiyorsun? Bizi adamdan saymıyor musun yoksa?’’ dedi.
Çetin Altan bizim ansiklopedimizdi. Her konuda bize Osmanlıyı, Dünyanın önemli olaylarını, yakın Türkiye tarihini kendine has o güzel esprilerini katarak anlatırdı.
‘’İyi etmişsin, aferin!’’ dedi. ‘’Sana bir şey söyleyeyim, ben sade bir vatandaşken çok kez gözaltına alındım, itildim kakıldım, ama mebusluğum sırasında gördüğüm muamele ve yediğim dayakların izlerini üstümde taşıyorum. Bu gün çok solcu görünenler bir dönem sonra tersine dönebilir. Sağcılar için de durum böyle. Bak Mussoluni’yi bilir misin, o da çok ateşli bir sosyalistti ve babası da öyleydi. İsmi bile Meksikali bir sosyalistin ismi.
Bir günde iki kez şok tedavisine tabi tutulmuştum. İlk kez duyuyordum bunu. Herhalde şaka yapıyor dedim. “Tuhaf geldi değil mi?’’ diye sorarak tepkimi öğrenmek istedi. ‘’Evet,’’ dedim. Öyleyse git bu konuda iyi bir araştırma yap, sonra gel karsıma!’’ dedi.
“Bu gün şaka günü galiba, hem Aziz Nesin hem de Çetin Altan bunu söyleyenler. Bana şaka yapıyor hayat galiba,” diye düşünerek dış haberlerdeki kütüphaneye daldığım gibi ansiklopedileri önüme dizdim. Kendi kendime de söyleniyorum “Cehaletin böylesi de olmaz,” diye.
Anladım ki, insanlar ve toplumlar olayların akışı içinde yaşama tutunmaya çalışırken, gerçeğin bütününü göremezler.
Gündelik yaşamın girdabına kapılır, sürüklenir giderler. Kişiler gibi toplumlar da kendilerine yılların ötesinden, tarihten bakınca kimi zaman hayret, kimi zaman dehşet, kimi zaman kıvançla, gerçekte yaşanmış olanın farkına varırlar. Şu geçtiğimiz günlere yıllar sonra bakacak olanlar, bugünü bizlerden daha nesnel, daha doğru değerlendireceklerdir. Değerlerini ve vicdanını yitirmiş, kitlelere düşmanlık ve nefret pompalanan, kanı ve ölümü yücelten, çürüyen, çöken bir toplum diyecekler. Abarttığımı düşünmeyin, örnekler sıralamaya da gerek yok; devletten başlayarak tüm kesimler Kürdistan’daki katliamlar karşısındaki tutumlarıyla ve her şey hepimizin gözleri önünde çürüyor ve çöküyor.
Sartre, aydın üzerine çalışmasının bir yerinde özetle, “Aydın neticede mensubu olduğu toplumun bir ürünü, dolayısıyla varsa arızalı durumları aydının şahsından ziyade toplumun kendisinde aramalı,” diyor. Ve doğru da diyor. Bugün yaşanan tam da budur.
Ta 8. yüzyıldan bu yana Türkler “akıl” kavramıyla “kurnazlık” kavramının berrak tanımlamaları üstünde hemen hiç düşünmemişlerdir. Zaten buna gerek yoktur. Tarihte hiçbir şey icat etmemiş olmalarının bir nedeni de budur sanırım.
Örneğin aklın bir göstergesi olan matematik, bugün dahi en zor gelen bir bilim dalıdır öğrencilere...
Akıl, hem doğadaki tutarlığı gözler, hem de basınç yasası gibi, optik yasaları gibi, elektrik yasaları gibi doğa verilerini kendi yaşamını daha kolaylaştırıp, daha güzelleştirmede kullanır.
Kurnazlık ise, öz gerçeği saklayıp, kendi işine geleni en temel gerçekmiş gibi sunmaktır karşısındakine. Bir çeşit dolandırıcılıktır yani.
Türkler, özellikle toplum yönetimlerinde aklın tutarlığı yerine, kaba kuvvete dayalı kurnazlıkları yeğlemişlerdir genellikle. Ve çok şeyler yitirmişlerdir, hâlâ da yitirmektedirler. Ayrıca akıl, “açıklayıcı” olduğu için özgürlükçüdür.
Kurnazlık ise “saklayıcı” olduğu için baskıcı...
Şimdi düşünün, Osmanlılar döneminde bağımsız televizyonlar ve gazeteler olsaydı, I. Süleyman’ın iki oğluyla beş torununu ve yakın dostu Vezir-i Azam İbrahim Paşa’yı nasıl boğdurttuğunu, o olaylar olurken ekranlardan izleyebilseydik, yerli yersiz, uluorta boyuna “şanlı tarihimiz!” diye bağırabilirler miydi?
Türkiye’de yöneticilik, halka gerçekleri göstermek için değil, çoğunlukla gerçekleri halktan saklamak için yapılır.
Bu gerçek ne yazık ki asırlardır hiç değişmedi.
Değişecekmiş gibi umut verdiği zamanlar olduysa da çok süratle geriye döndü. Simdi diktatörlük meselesine gelelim: Bugün Türkiye’de olan ile o gün İtalya’da olan benzerlikler taşıyor.
Erdoğan Milli Görüşten geliyor. Mağdur edilmiş Müslüman edasıyla, ezilmişliği, çaresizliği, hukuksuzluğu, ötekileşmeyi ortadan kaldırmak için iktidar olduklarını, her kesimi anladıklarını ve mağduriyetleri kaldıracaklarını söyleyerek toplumun her kesiminden destek alarak sistemin odağına kendisini yerleştirdi.
İtalyanların ünlü acımasız diktatörü ve faşist lideri Benito Mussolini, 1883 yılında İtalya’da doğduğunda babası, sosyalist fikirli bir demirci, annesi de ilkokul öğretmeni, babasının fikirlerini benimsemiş biriydi. Ona Meksikalı siyasetçi Benito Suares’in ismini verdiler.
Mussolini, ilk ve ortaöğrenimi sırasında disiplinsiz ve saldırgan davranışları nedeniyle iki kez okuldan uzaklaştırıldı. Ailenin sosyalist olmasından o da etkilenmiş, sosyalist düşüncelere ilgisi hayli ileri düzeye varmıştı. O Üniversite diplomasını Lozan Üniversitesi’ni bitirerek almıştı.
Eğitiminin ardından, annesinin mesleği olan öğretmenliği seçerek göreve başladı. 1902\'de zorunlu askerlik görevinden kaçmak için İsviçre’ye kaçtı. Aslında ilk Vicdani Redçidir de kendisi. 1904\'te İtalya\'ya geri dönerek İtalyan Sosyalist Partisi\'nde aktif görev aldı ve partinin yayın organı olan Avanti Gazetesi’nde işe başladı.
Artık bizim de meslektaşımız olmuştu. Bir süre gazetenin başyazarlığını da üstlenen Mussolini, I. Dünya Savaşı\'nın başlaması üzerine orduya yazıldı. I. Dünya Savaşı\'nın başlamasıyla birlikte, tarafsızlık politikası izlenmesi gerektiğini söylemekte olan Sosyalist Parti ile çelişkiye düştüğü için gazeteden uzaklaştırıldı. Aslında kendisiyle de çelişkiye düşmüştü meslektaş Mussolini. Askere gitmemek için Vicdani Redçiyken, birden bire askere yazılmak da neyin nesiydi.
İki yıl boyunca piyade olarak askerlik yapan Mussolini, savaşta yaralandıktan sonra gazi olarak Milano\'ya döndü ve burada sağ görüşlü Il Popolo, d\'Italia gazetesinin editörü oldu.
Rahmetli Il Popolo d\'Italia gazetesini çıkarmaya başladıktan birkaç ay sonra, gecikmeli olarak Sosyalist Parti\'si onu üyelikten attı. Rahmetlinin böyle heybetli biri olduğunu bilseydi atarlar mıydı, doğrusu tahmin edemiyorum. Babası da “Oğlum ne oldu, kız meselesi mi, niye böyle birden bire soldan sağa savruldun?” dediyse de nafile.
Artık Mussolini\'nin siyasi görüşü de, ağız tadı da tamamen değişmişti. Sosyalist düşünceleri arka cebine koyarak bir gün lazım olur demeden, hemen tam tersi bir anti tez olan \"faşizm\" ismini vermiş olduğu yeni ideolojinin temellerini atmak için etrafına birkaç bıçkın delikanlı alarak harekete geçti.
Ekonomisi çökmüş, siyasi kargaşa içindeki İtalya’da Mussolini 1919 senesinde çeşitli sağcı, anti-komünist ve de anti-kapitalist grupları bir araya getirerek kurduğu Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı örgütünde bir araya getirdi. Ne güzel, tıpkı Türkiye’de Kürtlere karşı solcusunun da, sağcısının da bir kortejde saf tutması gibi.
Rahmetli 1921\'de Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı ile bir yere varılmayacağına kanaat getirince, bu ittifakı lağvederek Ulusal Faşist Partisi çatısı altında topladı ve kendisine \"II. Duce\" unvanını verdi. “Birincisi kim?” diye sormayın, ben de bilmiyorum henüz. Mussolini, ülkenin problemlerini çözeceğini vaat ediyor ve eski Roma İmparatorluğu\'nun ihtişamlı günlerine geri dönüleceğine söz veriyordu.
Partinin yarı askeri milis kuvveti olarak kurulan Kara Gömlekliler Örgütü ise ekonomik durumun kargaşasından faydalanarak büyük bir sıçrama yapan komünist gruplarla, grevci işçilerle çatışıyordu.
1922\'nin Ekim ayında Mussolini önderliğindeki 26 bin can siper taraftar Napoli’den Roma\'ya yürüme kararı aldı. Savaş sonunda istediğini elde edemediği için hayal kırıklığına uğramış olan İtalyan halkının durumunu ancak Mussolini gibi bir yiğidin düzeltebileceğini koklayarak anlayan Kral III. Vittorio Emanuele, toplumsal krizi şiddetsiz bir yolla çözmek için 31 Ekim 1922 tarihinde Mussolini\'yi başbakan olarak atadı. Kuzuyu kurda teslim etme işte böyle bir şey olsa gerek.
Zaten Faşist Parti 1921 yılında çok düşük bir oy almıştı. 1922\'de ise Mussolini\'yi destekleyenlerin sayısı kat kat artmıştı. Kralın komünistlerin önüne geçme istemi de ancak Mussolini gibi eski bir sosyalistle mümkündü. Yani çiviyi çivi ile sökmek gibi.
Mussolini İktidar olduğunda, önceleri liberallerin desteğini aldı ve merdivenleri ikişer ikişer atlayarak tepeye doğru soluk almadan çıkmaya başladı. Diktatörlüğün koyu ve keskin uygulamalarını birer birer hayata geçirmeye başladı. Tıpkı Türkiye gibi İtalya da bir polis devleti haline getirildi. Kitap ve gazetelere getirilen sansür, seçim sisteminde yapılan düzenlemeler ve kendi Partisi dışındaki diğer partilerin kapatılması gibi uygulamalar peşpeşe gerçekleştirildi.
Mussolini, sendika hareketlerini de yasadışı ilan etti ve eğitimi kontrol altına aldı. Ayrıca ekonominin faşistleştirilmesi amacıyla da tüm ülkeyi tren rayları ve otobanlarla kaplattı. Bunlar göze hitap ediyordu çünkü. Nasıl ki bugün Türkiye’de halkın ‘’Tamam çalıyor çalmasına ama yapıyor da,’’ sözü vecize olarak duvara çerçevelenmişse, Mussolini de çiftçileri sürekli teşvik ederek, tarım ve endüstrinin canlanmasını sağladı. Gerçekleştirdiği bu değişiklikler ve yeni uygulamalarla İtalya\'da işsizlik azalmıştı ve bu da Mussolini\'nin popülaritesinin artmasına neden oldu.
Mussolini, orduyu da idare etmiş, tüm bakanlıkların görevlerini de kendisi üstlenmişti. Bu şekilde tüm gücü elinde tuttuğuna inanan Mussolini, rekabet yaratacak herhangi bir durumun da önüne geçmiş oluyordu. Ancak bu durum, kurduğu rejimin daha verimli çalışmasını engelliyor ve sıkıntı yaratıyordu. Açık bir şekilde Mussolini tek adamlığa gitmek istiyordu.
Diktatörlük altındaki İtalya\'da kanunlar yeniden yazılmış, üniversitedeki öğretim görevlileri faşist rejimi savunacaklarına dair yemin etmek zorunda bırakılmışlardı. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Gazete editörleri, gazete sahipleri tarafından değil, Mussolini tarafından özel olarak seçiliyor ve Faşist Parti\'den sertifikası olmayan hiç kimse gazeteci olamıyordu. Yarabbi bu ne benzerlik! Rahmetli Mussolini sanırım yalnızca TV’lerdeki alt yazıları okuyamamıştı ki, o zaman TV’ler var mıydı tam olarak hatırlayamıyorum…
Amaç, tüm İtalyan halkını, şirketleri ve dernekleri kontrol altında tutmaktı. Mussolini\'nin dış politikada amacı ise pasifist anti-emperyalizmin yerine, agresif milliyetçilik getirmekti. Bunun ilk örneği 1923\'te Corfu\'nun bombalanması sırasında görüldü. Ardından, Arnavutluk\'un kukla rejimine geçmesi ve Libya\'nın yeniden fethi geldi.
Daha önce Malta, Korsika ve Tunus\'u İtalyan topraklarına katma ve \"Roma İmparatorluğu\'nu canlandırma amacı\" taşıdığını söyleyen Mussolini de Almanya ile birlikte Mihver Devletleri bloğunda savaşa girdi.
Birçok faşistin karşı çıkmasına rağmen 10 Haziran 1940\'ta savaşa girdiklerini resmen ilan eden Mussolini, Kuzey Afrika ve Balkanlar\'da Müttefik kuvvetlerin karşısında mağlup oldu. Almanya\'dan aldığı destekle işgal ettiği bölgelerde direndi ancak İtalya\'da gücünü kaybetmeye başladı.
Komünistler önderliğindeki direnişçilerin ülkede etkili olması ve müttefiklerin 1943\'te Sicilya\'ya çıkartma yapmasının ardından, Kral III. Vittorio Emanuele cesaretini toplayarak ve de kafasını o muazzam gladyatörlerin dövüş alanındaki sütunlara birkaç kez vurarak Mussolini\'yi görevden aldı. Almanya bu duruma kızarak, Kuzey İtalya\'yı işgal etti ve Hitler\'in emriyle, başlarında Ott Skorzeny\'nin bulunduğu özel bir Fallschirmjäger birimi, Mussolini\'yi 12 Eylül 1943\'te Gran Sasso\'da tutuklu bulunduğu otelden kurtararak Fieseler Storch bir model uçakla önce Roma\'ya, sonra aynı günün akşamı bir Luftwaffe nakliye uçağı ile Viyana\'ya kaçırıldı. Birkaç gün sonra ise Hitler\'in Karargahı’nın bulunduğu Rastenburg\'a götürüldü.
Mussolini buradan Almanların kontrolünde olan Kuzey İtalya\'ya döndü; Garda Gölü kıyısında Rocca delle Caminate denilen ücra bir yere yerleşti. Özel bir SS kıtası kendisini sürekli olarak koruyordu. Burada, Cumhuriyetçi Faşist Parti\'yle beraber İtalyan Sosyal Cumhuriyeti\'ni kurdu. 15 Eylül 1943\'te hükümet işlerini üstlendi. Ancak kurduğu bu hükümet sadece bir formalite hükümetti. Asıl söz, Alman işgal yetkililerindeydi. Mussoli\'nin hükümeti sivil idare işleri ve Almanya\'ya işgücü temin edilmesiyle sorumluydu.
Savaşın son günlerinde, 25 Nisan 1945\'te, bir Alman delegesini bekleyen Mussolini, kimsenin gelmemesiyle umutsuzluğa kapılmıştı. ‘’Aldatıldık, yine Almanlar tarafından aldatıldık,’’ demişti rahmetli. Artık beklemekten sıkılmıştı. 27 Nisan sabahı zırhlı bir araba ve yirmi beş kamyon ile beraber yola koyuldu. Amacı, İspanya\'ya yoldaşı Franco’nun yanına ulaşmak için bir uçağa binmek üzere İsviçre\'ye gitmekti. Yolda ilerlerken partizanlarla ‘’Musso’’ adı verilen yerde çatışmaya girdiler ve yanındakiler hemen teslim olduysa da, Mussolini zırhlı arabayla kaçmayı başardı.
Ama çekirge bir sıçrar iki sıçrar! Mussolini ve beraberindekiler, partizanlar Valerio Bellini ve 52. Garibaldi Tugayı Siyasal Komiseri Urbano Lazzaro tarafından, Dongo köyü Como Gölü kıyısında yol kontrolü sırasında durduruldular. Partizanlar arabayı ararken Mussolini, Como Gölü’nün o güzelliklerini düşünüyordu sanırım. Kontrol öncesi şoförü, korumaları ve metresi tarafından rahmetli bir battaniyeye sarılarak üzerine bir şişe viski boca ettiler. Arabanın içindekiler, battaniyeye sarılı Mussolini için “Zavallı bir sarhoştur,” diyerek geçiştirmeye çalıştıysalar da battaniyeyi kaldıran partizan, Mussolini\'yi tanıdı. Tanımasaydı zaten şaşardım. Ve Duce böylece yakalanmış oldu.
28 Nisan\'da Ulusal Kurtuluş Komitesi\'nden Mussolini\'yi öldürme emrini alan asıl adı Walter Audisio olan albay rütbeli komünist partizan Colonnello Valerio, Mussolini ve Petacci\'yi vurarak öldürdü.
Öldürülme olayı resmi versiyonuna göre aynen şöyle gelişmişti: Audisio, Mussolini ve metresi Petacci\'nin tutuklu oldukları çiftlik evine gitti ve tutuklu kaldıkları odaya girdi. Onlara ‘’İtalyan ulusuna adaleti iade etmek üzere görevlendirilmiş bulunuyorum,’’ diyerek çok kısa bir konuşma yaptı. Sonra ikisine de ‘’Çökün!’’ diye emretti ama Petacci’nin çökmek yerine Mussolini\'ye sarılması daha iyi bir görüntü olduğu için pozisyon bozulmadı.
Audisio\'nun elindeki makineli tüfek tutukluk yaptı, patlamadı. Bir ikinci silah da tutukluk yaptı. Adam şerbetli sanki. Bizim ayağımız tökezlese silah ateş alır. Sonunda öfkesine yenilen Albay Audisio, -ben de olsam fıttırırdım doğrusu- muhafızlardan birinin makineli tüfeğini kaparak ikisine doğrulttu. Audisio ilk önce Mussoli\'nin metresi Petacci\'ye ateş etti ve Petacci vurularak yere düştü. Tam o sırada Mussolini ceketini açtı ve \"Göğsümden vur beni!\" diye haykırdı. Rahmetli hiç olmasa Hitler gibi, Saddam gibi bir delikte yakalanmamış ve adam gibi ölmeyi seçmiş, hakkını teslim etmek lazım.
Audisio hiç beklemeden ateş ederek Mussolini\'yi göğsünden vurdu. Mussolini yere düştü ama ölmedi ve ağır nefes alıyordu. Audisio yanına gitti ve göğsüne bir kurşun daha sıktı. Audisio savaştan sonra yayınladığı anılarında, Mussolini ve metresini toplam 5 kurşunla vurarak öldürdüğünü belirtmiştir. Günahı onun boynuna, söylediği bu.
Mussolini\'nin maiyetindeki diğer üyeler (başta bakanlar ve İtalyan Sosyal Cumhuriyeti yetkilileri) aynı gün akşama doğru bir idam mangası önünde idam edildi. Ertesi gün Mussolini\'nin, sevgilisinin ve birkaç yandaşının cesedi Milano\'da Loreto Meydanı\'ndaki Esso benzin istasyonunun çatısından baş aşağı sallandırıldı. Teşhir edilen vücudu, halk tarafından tekmelendi ve tükürüldü. Milano\'da cesedinin halka gösterilmesinden sonra, Mussolini\'nin cesedi kentin kuzeyinde, Musocco mezarlığındaki bir mezara gömüldü.
Ve lakin rahmetliye mezarda da huzur bırakmadılar. 1946\'da cesedi Domenico Leccisi isimli bir politikacı ve iki yaveri tarafından mezarı kazılıp kaçırıldı. ‘’Ulan adamdan ne istiyorsunuz?’’ diyesi geliyor insanın. Ve Cesedi Milano dışında, Certosa di Pavia\'da 11 yıl boyunca bir gardıropta saklandı. Cesedin nasıl olup da kokmadığı, niye 11 yıl boyunca dolapta tutulduğu hakkında rivayetler çok olmasına rağmen, henüz şimdiye kadar mantıklı bir açıklama yapılmamıştır. Tam Türk usulü bir icat değil mi?
\"Nasıl diktatör olunur ve bunun sonu nereye varır?\" sorularının cevaplarını verdim sanırım. Yani diktatörlerin sağcısı solcusu olmuyormuş. Olunca her kesimden oluyormuş.
Allah bizden uzak tutsun bu hastalığı !..
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.