Artık dünya savaşları da mikrolaştı. Sanırım bu yıl Paris’te olan, İklim Kongreside bunda etkili oldu.
İki Dünya savaşı da, dünya doğası üzerinde büyük tahribat yaratmış olmalı ki, bu yönteme başvuruldu. İklim Konferansında dünyanın daha çok kimin kirlettiğinin, sorumluluğundan kurtulmanın da bir yolu oldu, üçüncü dünya savaşının mikrolaştırılması.
Bu dünya savaşı, eskisi gibi dünyanın bir bütününü yakıp yıkmıyor. Bunun için önce bir alan belirleniyor Suriye gibi. Tıpkı talim alanı gibi. İşte Suriye de bu alan tıpa tıp.
Önce Suriye, Türk uçağını Kokpitinden vurdu, sonra Türkler Rus uçağını kuyruğundan. Bu nedenledir ki, Putin, arkamızdan bıçaklandık deyi verdi. Kuyruk acısı her zaman zordur.
Vurulmayan tek yer şimdilik sadece uçağın gövdesi gibi görünüyor.
İstiklal marşları söylenince, çanlar çalınca, Allahu Ekber nidaları göğe yükselince ve peşi sıra ateşli nutuklar, yeri göğü inleten marşlar başladı mı, bilin ki ölecek insanları ölmeye göndermek için böyle inanılmaz fırtınalar yaratılır. Ama üzülerek söyleyeyim ki, hiçbir savaş bu coşkuyla bitmiyor.
Önce savaşa Allahu Ekber nidalarıyla yollananların ölüm haberleri, sonra cenazeleri gelir peşi sıra. Sonra mı, sonrası ekonomik sıkıntılar, pahalılıklar ve zülüm gelir.
Savaşlar insanı parçalayan Patozlar gibidir.
Gazeteler de her gün ülkelerinin askeri dehaları üzerine garip bir yazım savaşı pompalarlar kendi toplumlarına.
Halkta gazetelerde yazılanlara bakarak, ne olacak canım, ordumuz gidip, yenip, gelecek rehavetinde, ne garip değil mi?.
Bu günün Suriye’si Üçüncü Dünya savaşı meydan muhabereleri için seçilen alan.
Peki haberiniz varmı? bu Suriye’de yaşanan Üçüncü Dünya savaşının bizzat kendisi olduğundan…
Önce Arap baharı rüzgarı estirdiler ılık ılık. Sonra verdiler dondurucu rüzgarı öylesine donup kaldı bu bahar rüzgarı.
Bu coğrafya kaldırır mı ılık rüzgarları, diktatörlüklerle yönetilmeyi bir kader gören bu coğrafya. Ve haliyle alışamadı başlarında Saddamlar, Esatlar, Kaddafiler olmadan yaşamaya. Bir gırtlaklama savaşına girdiler, gırtlakları kesilene dek.
Tunus’ta başlatılan rüzgar, Libya’dan Mısır’a ordan Yemen’i geçip Suriye diyarına ulaştığında, artık yaprakları kıpırdatamaz hale geldi.
Erdoğan, Şam’da namazı kılmaya, Amerika yeni silahlarını denemeye, İran din kardeşi Esat’ı korumaya, Ruslar üstlerini korumaya ve yeni üstler kurmaya soyundu.
Artık, gemisini alan Akdeniz’e, askerini kapan Körfez ülkelerine, uçağını alan Suriye semalarına koştu. Her kesin bir örgütü, her kesin bir yerel müttefiki vardı.
Komünist Çin’den kapitalist Amerika’ya, doğu Avrupa’nın süper gücü Rusya ve dinsel rejime sahip İran ve Körfez ülkelerine kadar bütün ülkeler aynı şevk ve azimle hareket ediyorlar.
Bütün dünya Suriye’de teyakkuz halinde.
Herkes silahını orada satıyor, herkes çıkarını orada kolluyor.
Hiç kimse kurulan bu dünya sistemini tek başına bozacak bir yöntem izleyip başını belaya koymak istemiyor Türkler dışında anlaşılan.
Ha tek başıma yaparım der babalanırsan, mutlaka bir belayla karşılaşırsın.
Arap coğrafyasında diktatörlerin teker teker devrilmesi, onların yıllardır tek güç olma alışkanlığından kaynaklanıyor, tıkanan yeni dünya da açılması gereken kapıları olduğunu, bunu yapmadıklarında bu dünyada kendilerine yer olmadığını kavrayamadılar.
Onların bu körlüğünü de insanlar canlarıyla ödüyorlar şimdi.
Suriye’de tıkanan değişim rüzgarı büyük bir yıkıma neden oldu. Bu savaşı durdurmak için başka bir savaş çıkardılar, mezhep savaşı, buda bütün Ortadoğu’ya yayıldı.
Ortadoğu, diktatörlerle yönetilen bir özel yapıya sahip.
Bütün insan hakları bir tür dondurucuya koyulmuş bir kuzu sarması gibi.
Bir barbarlar ordusu oluşturuldu. Memleketlerin ne kadar ipsizi sapsızı, psikopatı, tecavüzcüsü, vampiri bilumum zerzevatçısından bir örgüt oluşturup memleketlerini bu belalardan kurtarma hevesleri de, bu zerzevat takımının geri dönüp ortalığı kan revan gölüne çevirdiklerinde ise, bu kezde kendileri bu vampirleri o mukaddes topraklarda imha etmek için gitmek zorunda kalınca, doğrusu hevesleri de kursaklarında kaldı.
Nasıl ki birinci Dünya Savaşını bir meczup, Avusturya- Macaristan kralını öldürmesiyle başlamıştıysa, bu kezde DAİŞ denilen meczup Üçüncü Dünya savaşına sebebiyet vermişti. Hal böyle olunca da işler sarpa sarmıştı.
Özellikle de iki kutuplu dünya döneminde, iki ayrı kamp kendi çıkarları doğrultusunda oranın bu yapay şekillenmesini destekledi.
İki kutuplu dünya düzeni bitti, şimdi bu dondurucuya koyulmuş kuzu sarması dolapta çıkarılmak isteniliyor ama kime nasip olacağı henüz meçhul.
Bu coğrafya kendi gerçeğiyle karşı karşıya kaldı.
Din ve mezhep, bu bölgede dünyanın diğer bölgelerine nazaran daha önemli bir yer tutuyor insan yaşamında.
Ortadoğu kendi ezilmişliğini de diğer dinlerin kötülüğüne bağlıyor ve çareyi kendi dini motifleri etrafında bütünleşmekte görüyor.
Buzlukta tutuldukları süreçte, yenidünyaya hazırlanma imkânını bulamadılar.
Şimdi aniden gerçeklerle karşılaşınca tam ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Geleceğe yönelik hazırlıkları olmadığı için, gelecekle karşılaştıklarında haliyle eski alışkanlıklarına sığınıyorlar, eski alışkanlıklarının en kuvvetli olanı da dinleri ve mezhepleri. Savaşın asıl nedeni dünyanın değişmesi, ama savaşın görünür yüzü “mezhepsel” mücadele olarak görülüyor.
Mezhep savaşlarının nasıl kaoslara yol açtığı da tarihte açıkça görülüyor.
Çünkü Suriye, hayatın gerçekleriyle çatışıyor.
Böyle bir savaşta, Kürt meselesi, mezhepsel sorunlar nasıl hayata yansır, doğrusu bende sizin kadar merak ediyorum. Kokpiti ve Kuyruğu vurulmuş uçağın, kalan Gövdesiyle ise, Suriye’de oluşan iril ufaklı radikal örgütler içine konularak Viyana’ya götürülerek görüşme masasına oturtulacak.
Ne hikmetse çok umut bağlanan Viyana’daki bu görüşmeye Kürtlerin çağrılması ‘unutulmuş’. Buda sorunu çözmek istemediklerinin işareti.
Tehlikeli bir dönemeçteyiz. Özellikle de Türk hükümetinin Kürt karşıtı politikasıyla Suriye’de sürece dahiliyet istemesi ve Türk basının her gün savaş çağrıları yapması, Kürdistan’da, yapılanlar hayra alemet değil.
Türk hükümeti basın aracılığıyla savaş nidalarını göğe üflemesi, Osmanlı döneminde Girit’in işgali için böyle savaş naralarının atıldığı bir dönemde, Babıâli’nin önünde savaşa, savaşa diye bağıran bir gösteri yapılmış. Bu sesleri duyan Sadrazam, “göstericilerin hepsini askere alın” emrini vermiş.
Emri duyan bu ateşli kalabalık bir anda kayboluvermiş.
Sahi şimdide böyle bir emir kazara çıkarılırsa, önce gazeteciler gidecek savaşa dense, ertesi gün o gazetecilerin durumunu görmek istemez misiniz? Ya savaş naraları atanların korkaklığını…
Savaşa gitmeyecek olanın, savaşa gidecekler adına ateşli nutuklar atmalarını her zaman namuslu toplumlar tarafından ahlaksızca bulunur ve bu savaş çığırtkanlığını yapanları da korkaklar toplulukları olarak görülür.
Savaşlara hep, savaşlarda ölmeye gitmeyen olanlar karar verir ne hikmetse. Bu oldukça garip değil mi?
Savaşta ölmeyeceğine emin olan insanlar da hep el çırparlar, tempo tutarlar.
Galiba ölecek sen olmayınca, başkasının ölüme gitmesine el çırpmak daha rahat ve keyifli oluyor.
Kürtlere karşı da, Türk Ata geleneklerinde bu vardır ve bugünde bu gelenek ısrarlı bir şekilde kaybolmasın diye devam ettirilmektedir.
Kürtlerin barış istemlerine karşı, devletin savaş da inat etmesinin, sanırım bu geleneğin kaybolmasından korkulmasından mıdır tam olarak bilinmez…Önemli olan savaşı başlatmamaktır, başladıktan sonra durdurmak çok zordur.
Tüm bu hengâma içinde, Türk devletinin, Suriye’deki temelsiz öngörüleri nedeniyle duvara toslaması sonrası, belli ki Dünya’nın çok fazla ses çıkarmayacağını düşünerek, Irak Merkezi Hükümeti’ni ve Irak toprak bütünlüğünü yok sayan yeni maceralar peşinde koşmanın gerekliliğine kanaat getirdi…
Bölge’de perişan olmasına rağmen, bölgede hala kıyısından köşesinden ellerinin başparmaklarını resme koyma çabası, içerde milliyetçi oylara göz kırpma, dozu artan bir şekilde Rusya’dan yükselen IŞİD ile ilgili iddialara karşın dünya kamuoyuna kendince bir şeyler söyleme ve en önemlisi de yaklaşan yıldönümünü kazasız belasız unutturmak için ( 17-25 Aralık yolsuzluğu) aksiyon filmlerini aratmayacak çabası şu anda Musul kıyılarına varmış durumda…
Rusların uçağını kuyruğunda vurunca, Türkiye fiilen Suriye’den diskalifiye edilmiş görüntüsü veriyor. Bu akıbet Irak’tan Türkiye’ye doğru yola çıkmış durumda. Tabi bu Kürdistan’da kentleri kuşatarak insanları katletmeye benzemiyor.
Sanırım savaş başlamadan önlemek daha kolaydır.
Savaşta insanların öldüğü gerçeğini görmemek ne kötüdür.
Ölmeyecek olanların, ölümü alkışlamaları sizce de insanlığın, ölümün, sahtekarlığın, sefaletin ve insanlık suçu işlemenin ta kendisi değil midir?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.