Kürdistan’da uygulanan sokağa çıkma yasaklarıyla şehirler ve kasabalarımız Kobane’ye çevriliyor. Rojava’daki politikaları çıkmaza girdikçe ve Kuzey Kürdistan’da halkın boyun eğmez tavrı her gün biraz daha belirgin ve keskinleştikçe devlet bunun bedelini özellikle denek olarak seçilmiş belli şehirleri yakıp yıkarak hıncını çıkarıyor. Şunu hemen söyleyelim en başta, çözüm sürecine tekrar dönülecek. Ne devlet nede bugün aslında devletin kendisi olmuş AKP bu yükü daha fazla taşıyamaz. Bu yapılanların tek bir amacı var. Erdoğan’ın masada kendi istediği çerçevede özyönetimin, demokratik özerkliğin, dilin resmi olarak kullanılmasının gündeme gelmeyeceği, en zayıf düzeydeki bazı taleplerin kabul edilebileceği ve kendilerinin inisiyatifinde olacağı bir süreci hedeflemektedirler ki Kurdistan’da bu acımasız politikaları uygulamaktadırlar.
Halk dilinde ‘Korkunun ecele faydası yok’ deyimi tamda buraya oturuyor. Aslında bu korku yeni değil. Kırk yıl önce başlayıp hali hazırda şiddetle devam eden bu korkunun devlete sinmiş halının dışa yansımasıdır bu yapılanlar.
40 yıllık bu korkunun özetini sizlerle paylaşmak istiyorum. Sevgili abim bir kitabın önsözüne bu korkuyu şöyle aktarmış :
’Çok şeyler söylendi, yazıldı onlar için. Kırk yıla yakın bir süredir Türkiye medyasında hemen hemen her gün yer aldılar. Gazetelere manşet oldular. Çoğunlukla medyanın ‘lanetli çocukları’ oldular. Öyle zamanlar oldu ki Türkiye’de neredeyse yolundan gitmeyen her işten onlar sorumlu tutuldular. Günlük konuşmaların en çok kullanılan sözcükleri oldular. Öyle bir korkunun kaynağı haline geldiler ki devletin bekası bunlar karşısında bir sendroma dönüştü. Kimileri onlara ‘bölücü’, ‘vatan haini’ ve ‘terörist’ darken, kimileri heval dedi, özgürlük savaşçısı dedi, gerilla dedi.
Kimileri onlara ‘ilkel Kürt Milliyetçileri’ derken, kimileri de yurtsever Kürt devrimcileri dedi. Bir kesim onlara ‘yabancıların maşası’ diyerek gözden düşürmeye çalışırken, kimi de onları kendi öz çocukları olarak gördüğünü serhildanlarla gösterdi. Birçok medya çalışanı onlara saldıran yazılar yazarak işlerini sağlama almaya, para kazanmaya çalışırken, kimileri de onlara karşı saldırgan davranmadığı için işinden oldu. Onların eylemleriyle gelişen savaşta devletin derinliğinde yer alan bazı güçler ölüm listeleri yapıp uyguladılar. Kürdistan’da başlayan öyküleri Ortadoğu’ya kadar uzandı. Önceleri APO’cular olarak tanındılar. Halk bu sıfatların yanında bizim çocuklar ya da Hevaller sıfatlarını da kullandı onlar için. Dağ dağ, yayla yayla, köy köy, mezra mezra gezdiler. En acımasız doğa koşullarında yaşamayı öğrendiler. Açlığa, susuzluğa, soğuğa direndiler. Acıya, işkenceye dayandılar. Niceleri toprağa düşerek tohum oldular. Tohumlar rüzgarlarla savruldu dağlara, ovalara, nehirlere karışarak Kürdistan’ın dört bir yanına dağıldılar.
Dağlara, ovalara ulaşan tohumlar, Dicle’ye, Fırat’a, Peri’ye, karasuya, Hezil’e karışan tohumlar gittikleri yerlerde yeşerdiler. Bir Mazlum’dan, bir Hayri’den, bir Kemal’den, bir Şadi’den, bir Haki’den, bir Delil’den, bir Mehmet’den, Baki’den, Cevdet’ten, Rahime’den milyonlar oldular.
Yakılan bu ateş bahane edilerek, fiilleri gibi failleri de bilinen binlerce ‘faili meçhul cinayet’ işlendi. Kimileri ‘Onlara karşı savaştım, onlara karşı devleti korudum’ gerekçesiyle devletin derininden güç alarak çeteler kurdu, büyük paralar kazandı. Kimileri aynı gerekçeleri öne sürüp ‘milli ve şerefli katiller’ olmayı başardılar.
Önceleri dağlarda, yaylalarda, vadilerde, sığınaklarda yaşadılar. Daha çok Kürdistan’da göründüler ama giderek Türkiye’nin de her yanına yayıldılar. Metropollere, daha da uzaklara başka ülkelere ulaştılar.
Önceleri onların kim oldukları, ne yapmak istedikleri tam olarak bilinmezken, giderek tanındılar, serhildanlara neden oldular. Yalnızca köylülerce, fazla okumamışlara değil, üniversite ortamlarınca da, aydınlarca da kabul görüldüler. Eylemleriyle kitaplara, filmlere, araştırmalara, televizyon programlarına konu oldular. Haklarında çok sayıda kitaplar yazıldı.
Yalnızca Kürt gençleri arasında değil, başka kesimler arasında da heyacan yarattılar. Kürt coğrafyasının günlük yaşamı içinde en çok konuşulan konu haline geldiler. Çocuk oyunlarına konu oldular. Binlerce işsiz Kürt köylüsü ‘korucu’ adı altında onlara karşı silahlandırıldı. Böylece işsizlikten kurtuldular. Korucular onları bahane ederek özel nedenli binlerce cinayet işlediler. Korucular kız çocuklarına onları bile neden olarak göstererek tecavüz ettiler. Özgürlük ateşini yakanlar bahane edilerek işkence gündelik, sıradan bir iş haline getirildi.
Onlar bahane edilerek 3 binden fazla köy boşaltıldı, milyonlarca insan göç ettirildi, köyler yakılıp yıkıldı, ormanlar kül haline getirildi. Sokaklara infaz mangaları yerleştirildi. Önceleri APO’cu diye tanındılar, sonar PKK’liler oldular. Köyler bile ‘onlardan yana olan köy’ ve ‘onlardan yana olmayan köy’ diye etiketlendiler.
Bazı aşiretler ‘onlara karşı olmakla’ övünüp devlet katında itibar görüp, büyük maddi çıkarlar elde ettiler. Onlara karşı devletin yanında yer alan bazı insanlar kirli sicillerine bakılmaksızın korucubaşı, belediye başkanı, hatta milletvekili seçildiler. Onlar bahane edilerek Kürt coğrafyası insansızlaştırıldı, yayla yasağı konularak hayvancılık öldürüldü, yıllarca süren gıda ambargoları uygulandı, seyahat özgürlüğü kısıtlandı, yaşam korkuya ve ölüme yönlendirildi. Onlar bahane edilerek ölüler bile onların ölüleri ve bizim ölülerimiz diye etiketlendi. Devlet onlarla yaptığı savaşı küçük göstermek için ‘düşük yoğunluklu savaş’ diye nitelendirdiyse de bunu kimseye inandıramadı. Çünkü bu basbayağı bildiğimiz savaştı.
Bazı partiler onlarla girilen çatışmalarda ölen insanların cenaze törenlerini sömürerek ve ‘şehit edebiyatı’ yürüterek primler elde ettiler.
Oysa onlar yalnızca inkar edilen, yok sayılan, hatta tüm değerleriyle tarihten silinmek istenen Kürt halkının çocuklarıydılar. Yalnızca yoksul Kürt köylülerinin fazla okul yüzü görmemiş çocukları değil, üniversite öğrencileri, öğretmenler, doktorlar, mühendisler, gazeteciler, mimarlar, psikologlar ve jeologlar fazlaca vardı içlerinde. Çoğu kişi onları devletin ve gazetelerin diliyle ‘terörist’ olarak görseler de, onlar dilleri döndüğünce kendilerini anlatmaya çalıştılar ve çalışıyorlar.
İşte verilen bu çetin mücadelenin bu güne yansımasıdır bu gün yaşananlar. Bizi ezeceklermiş. Kırk yıldır türlü badirelerden geçmiş bir örgütü, halkı gerçekten ezeceklerini düşünenlerin kendisi buna inanıyor mu sizce?
Kabul görülmeyecek duaya amin demenin anlamı var mı? Kısaca özetlenen bu tarihin sahiplerini ‘terbiye’ etmek hadi ve gücü bence devleti aşıyordur. Biz zaten fazlasıyla terbiyeli insanlar değil miyiz yoksa…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.