İlk aşklar, ilk umutlar, ilk özlemler, ilk inançlara saygı yerine işkence, ölüm ve umutsuzluk… Yaşamın genç basamaklarında, ilk aşkı bile tatmamışken, ilk umudu henüz yaşamamışken, ilk umudu henüz yeşertme çağında ablukalar altında enselerine sıkılan yağlı kurşunlar…
Sonra acı ile haykırmak hayallerimizi bile aldılar demek. Kürdün çocuğu ilk tanışır annesiyle, babasıyla, sonra ilklerin arasına uçak ve panzer sesi karışır. Tanışır karşısındakinin vahşetiyle, köylerinin nasıl yakıldığıyla, babalarına köy meydanlarında sopa atışlarıyla. Şehirlerinin kuşatılmasıyla… Ve çocuk küçücük yaşta işkenceyle, ensesine sıkılan kurşunla tanışır. Ve bunlarla tanışıklığı yaşamı boyunca hep sürer.
Devlet ve devlet yöntemleriyle… Çocuk tez elden tanışır tayyarelerin o korkunç homurtularına ve sonra düşen bombalara ve yerden tüten dumanlara. Tanışmak onun tercihi değil zoraki tanıştırılıyor çocuklarımız… Bizde böyle tanışır çocuklarımız hayatla, ülkesizlikle, dehşetle, vahşetle ve ülkesinin gerçekleriyle.
Ama kimselerden ses çıkmaz, kimseciklerden o korkunç sessizlik kaplar her yanı. 90’lı yıllarda ayakları kızartılan Şevki’nin Kerbora’nından, Fato ananın Cizre’sinden, Tahir Elçi’nin Amed’ine uzanıyorum hüzünlen kederle, sonra Amed’in Suru, Cizre’nin, Nusaybin’in, Kerboran’ın, Derik’in, Silvan’ın kuşatılmışlığıyla. Önce kalemi vicdanlarımızla sarmalıyız, sonra vicdanla sarılı kalemimizin mürekkebini beyaz kağıda dökmeliyiz. Hayat, hayaller, özlemler, umutlar bir halk için olan her şeyi.
Onlar bizim geleceğimizi, umutlarımızı çalmaya devam ediyorlar ama, biz inadına yaşamı aydınlatacağız… Umutlarıma, özlemlerime, aşkıma ve inançlarıma ve bir halkın sesi yankılanıyor Amed’den, Cizreden, Nusaybin’den, Kerboran’dan, yükselen top, tank seslerine, Cizre’de cesedi buzdolabına konulmuş, Cemile’nin annesinin hawar diye inleyen sesine…
“Kanı durduralım, barışı sağlayalım” diye sağır kulaklara barış çığlığını ulaştırma gayretinde olanlar da “Vuralım kurtulalım, bitsin bu iş” diye vahşet dozajını artırmaktan yana olanlar da, zıt uçlardan hareketle aynı yere varmak istiyorlar. Bu kan ekonomik kaynakları da kuruttuğu için, barış artık zehirlenmiş bir hastanın panzehiri gibi, kendisini acil bir ihtiyaç olarak dayatmış durumdadır.
Artık kulaklarını kapayanlarının kulak zarları da patlamak üzeredir. Biz Kürtler birbirimizle uğraşmaktan, gerçek ve gerçek olmayanı birbirinden ayıracak zamanımız olmuyor ne yazık ki.
Ama varsın olsun bir birimizle uğraşmak ta aslında günlük yaşamın bir parçası sayılmaz mı? Hatta söylemsel sanatın, yazımsal sanata dönüşümüne evrilmesi de sayılır.
Sanat dediğin de toplumsal empati, bizim birbirimizi suçlamamız ve birbirimizle savaşmamız da bir sanattır. Hani savaş sanatı deniliyor ya, işte tam da bu yaptıklarımıza giriyor?
Birbirimize karşı tozu dumana katmamız belki de sanata verdiğimiz değerin ölçüsü olmaktadır. Hatta içinde geçtiğimiz bu zorlu zamanın neler getirip, neler götüreceğinin de algılanmamış olmasından kaynaklanıyor.
Tarih belki de Kürtlerin bu denli birbirlerini suçlamalarını, birbirlerini hain ilan etmelerini, birbirlerinin kuyularını kazmasını da sanat olarak ele alacaktır kim bilir.
Yine de kardeşin kardeşi nasıl amuda kaldırdığını ve nasıl tuşa getirdiği konusunda dünya ya hayli zengin bir karalama savaşı yöntemi sunmaktayız. Bunu bir kaç yıl sonra tarihin akışı içinde göreceğimiz konusunda endişeniz olmasın.
Kardeşin kardeşle savaşı, hainlik sanatı, birbirini karalama sanatı, kendinden başka kimseye yaşama hakkı tanımama sanatı, düşmana sevimli görünme sanatı, yağ sürmeden yağlı güreşe soyunma sanatı gibi birçok sanat dalını üzülerek söylemeliyim ki biz Kürtler icat etmişizdir.
Devlet belki de en kapsamlı imha planını hayata geçirmeye çalışıyor. Askeri imhayı “Gelin size sevgimizi gösterelim” şeklinde formüle ederek tüm kurum ve kuruluşlarıyla saldırı durumuna geçmiştir.
Bazıları hala PKK’yi nasıl karalarım yöntemleri aramakla zaman geçirirken, şehirlerimiz kuşatılmakta, insanlarımız etnik bir temizliğe tutulmakta iken bile, suçu PKK’ye yığma hesabını yapmakta ne yazık ki. Bu korkunç imha planı bir yana, PKK’nin dışındaki Kürtlerin tutumu ve bin yıllık Türk kardeşlik mertebesinin geldiği yer daha da korkunç.
Hala acımasızca ‘PKK’den kurtulmak ‘ gerekiyor demeleri her vicdanlı Kürdün yüreğinde büyük yaralar açmaktadır. Yurtseverlik, demokratlık ve de muhaliflik adına bunların yapılması ise ayrı bir acı. Her kesin ayrı bir görüşü, izlediği bir yolu ve ayrı bir doğrusu olabilir. Buna kimsenin bir itirazı olmaz. Ama sorun imha etme olunca herkesin safı direnme ve net olmalıdır. İster kabul edelim ister etmeyelim, Kürt Ulusal Mücadelesinin yaratıcısı kim olduğu bellidir ve bizi bu beladan kurtaracak ta yalnızca odur.
Her bireyin eleştiri yapma, karşı çıkma hakkı vardır. Devlet tüm gücü ile halkımızı, evlatlarımızı, arkadaşlarımızı imha etmeyi hedeflerken, devlet değil de PKK sorumlu gösterilmeye çalışılıyor. Bazıları nerdeyse sevinç naraları atmayı düşünecek kadar ileri gidiyor. Elbette kendi doğrularını söyleyen ve bunu da eleştiri ölçüleri içinde yapanlarda var.
Muhalefet etmeninde bir raconu var, bir ilkesi var. Muhalefet ne olursa olsun küfür etme sanatı değildir. Gerçeği görmeme hiç değildir. Muhalefet doğru görmediklerine ahlaki ölçüler içinde karşı çıkma ve kendi doğrularını söyleme sanatıdır.
Her toplumun ve bireyin geçmişinde utanılacak lekeler vardır.
Hangi toplum ve birey tarihin karşısında yüzü kızarmadan durabilir. Kimsenin böyle bir iddiası da olmamalı bence.
Bizde ise, övünülecek bir gelecek yaratma aşamasına gelemediğinden, biz geçmişimizle övünmeye yeğleriz.
Ve geçmişimizle ilgili yalanlar da söyleriz tıpkı şimdi bazılarının yaptığı gibi.
Ulusal kaygı ve bireysel kaygılar arasındaki en büyük farklardan biri de devletin bu imha vuruşu karşısındaki duruşumuzda netleşir bence.
Tarihimizin günahlarından böbürlenme abideleri yaratmak yerine halkımızın geleceğinden kendimize övünme nedenleri çıkartabilecek adımlar atamadığımız için, yalanlardan kurulmuş söylemlerin çemberi içinde hapis kalıyoruz.
Yalanların içine kaçıp saklanmak cesaret değil.
Cesaret ve gerçekçilik övünülecek bir gelecek bu gün bu imhaya karşı direnenlerin yanında olmaktır.
40 yıldır süren savaşta devlet her yolu mübah gördü. Bombalamalar, failli meçhuller, katliamlar, göçertmeler, kuşatmalar vs… dizi dizi sıralanacak icraatlar. Tüm bunlar bir yana gelinen son süreçte topyekûn bir saldırıyla, boğulmaya çalışılıyoruz.
Basın-yayın kuruluşlarıyla, yazarı çizeri, silahlı ve silahsız tüm güçleri harekete geçirmiş durumda.
Ve biz sakiniz.
Telaş etmiyoruz. TV karşısında çay içip ah vah etmekte PKK’yi suçlama kolaycılığına sığınılıyor.
Devletin imhasına kafa yorma gereği duymadan, PKK’nin direnişinde bir tuhaflık görüyorlar.
Bazı çelişkilerimizden dolayı halka yapılanlardan PKK’yi sorumlu tutarak oh diyorlar.
Öyle bir hava var ki, “insaf yani” diyen biri çıksa rantçı diye damgalanmaya çalışılıyor.
Bilmem hatırlar mısınız, biz daha önce de 28 kez isyan etmişiz.
Bir araştıralım bakalım, o başkaldırılarda da PKK olduğu için mi başarılı olamamışızdır?
Belki de biz kişisel kaygılarımız ile ulusal kaygılarımızı birbirine karıştırdığımız için başarılı olamamışızdır.
Böyle bir \"muhaliflik tarihi\" yazmak harika olmaz mıydı? Devlet halkımıza karşı topyekûn saldırıya geçiyor, insanlarımız gözlerimizin önünde her gün katlediliyor biz susuyoruz.
Susmakla da kalmıyoruz yüzümüzü çeviriyoruz, küfrediyoruz.
Peki, neden susuyoruz… Devletin halkımızı imha edeceğine inanmadığımızdan mı, yoksa PKK’ye olan bireysel kinimizden mi?
Sorunun ismini bile koyamayan bir devletin o sorunu da bir türlü çözmek istemediği açık. Teşhis olmadan tedavi de gerçekleşmiyor.
Şimdi biraz gerçekçi bakalım ve kendimize itirafçı olalım, buluruz bu öfkemizin sebebini... Elimizde olduğu, yapmanız gerektiği halde yapmadıklarımızı düşünelim:
Bir imhaya tanıklık ediyoruz ama müdahale edemeyişimizi muhalefetçi olduğumuza, kendi hatalarımızı görmezden gelip örgütü suçlamayı en kestirme yol olarak seçiyoruz ve aslında kendi gerçekliğimiz karşısında siniyoruz olmasın.
Hiçbir bahaneye girmez bunlar... Biz biyografimize fedakârlıklarımızı yazarız hep, oysa feda ettiklerimizdir asıl bizi anlatan...
Gördüklerimizde değil, görmezden geldiklerimizde, göze aldıklarımızda değil, göz yumduklarımızda, yüz verdiklerimizde değil yüz çevirdiklerimizdedir bunların sebepleri...
Bunca savaşa ve gözyaşına rağmen dersler çıkaramamışızdır. Hala birbirimizi karalama haberleri, yalan haberler yaparak itibarsızlaştırma peşinde koşmayı görev addetmişiz kendimize. Ülkemiz ve Halkımız hakkında soy kırım kanunları yapılıp hayata geçirilirken komplo teorileri peşinde koşmak, insaf ve vicdanla bağdaşır bir yönü var mı gerçekten? Devlet topyekûn bir saldırı içinde, biz hala küfretmeye, karalamaya çalışmaktayız PKK’yi. Elinizi vicdanlarınıza koyun ve biraz düşünün. Ve diyorum ki, kaleminizin vicdanı, direnişin ateşinde olsun…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.