1916 yılında gizli bir antlaşma ile (Sykes-Picot) dönemin güçlü iki küresel emperyal devleti tarafından (İngiltere-Fransa) yürürlüğe konulan ve 1914 yılında patlak veren 1. dünya savaşının patlak vermesiyle bu gizli antlaşmanın uygulanmasına katkı sunmuş, çok geniş coğrafyalarda yaklaşık 800 yıl fetih ve yağmalarla imparatorluk hakimiyetini devam ettirmiş Osmanlı İmparatorluk topraklarının bölünüp parçalanmasını başarmışlardı. Bu bölünüp parçalanmada, Balkanlarda onlarca ulus devlet ortaya çıkmış, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ise modern devlet kurmaya ve sürdürme ehil ve becerisine sahip olmayan toplumlara (Araplar) manda krallıklar kurulmuştu. Osmanlı bakiyesi ulus ve halkların içinde en talihsizleri Kürtler ve Ermeniler olmuştu. Ermeniler, kırım, katliam ve tehcirlerle bu topraklardan silinmiş, çok kadim ve derin bir kültüre sahip Kürtler ise, muktedir iki emperyal devletin bizzat kurulmalarına önayak oldukları 3 devlet (Türkiye, Irak ve Suriye) ile güçlü bir imparatorluk geçmişine sahip İran devleti arasında bölüşüp paylaştırılmıştır. Ülkeleri hem de ulus olarak bölünüp parçalanan Kürtler, hiç bir siyasal ve kültürel statüye sahip olmalarına izin verilmemişti. Ulusal varlıkları inkâr ve yasaklarla yok edilmeye çalışılmıştır. Kürtlere zorla dayatılan bu köleliğe karşı bu toplumun her karşı çıkış ve başkaldırıları, yine bu dört devlet ve müttefik batılı devletlerin verdikleri silahlarla (Kimyasal silahlar dahil. Dersim örneğinde olduğu gibi) kanlı bir şekilde bastırıldığı herkesin malumu.
Kürt nüfusun büyük çoğunluğunu barındıran kuzey parçasında, yüz yıldır sürdürülen gelen tekçi ve inkarcı devlet yapılanması Hem Kürtler hemde kendi Türk toplumu üzerinde vicdani, ahlaki ve ekonomik olarak büyük çok büyük tahribatları da beraberinde getirmişti. "Son isyan" adı verdikleri ve 40 yıldan beri yüz bin insanın ölümüne, milyonlarca insanın yaşadıkları yerlerini terk etmesine sebep olmuş olan bu büyük sorun, bu duruma önderlik eden örgütün "Kürtlerin ulusal özgürlüğü" için yola çıktıkları iddiasıyla silahlı mücadele başlattıklarını ilan etmişlerdi. Son 1-2 aylık zaman diliminde, PKK'nin lideri Abdullah Öcalan ile tekçi ve inkarcı Türk devletinin şekillenmiş ideolojik paradigmasının yegane temsilcisi olan Devlet Bahçeli "Terörsüz Türkiye" çağrısı ardından, 27 Şubatta Abdullah Öcalan'ın kurmuş olduğu örgüt olan PKK'nin silah bırakıp kendini feshetmesi gerektiğini açıklaması, hemen herkesin üzerinde şok etkisi yarattı. Destekleyenler yanında karşı çıkanlar oldu. Kuruluş amacının "Birleşik Bağımsız Kürdistan" hedefiyle yola çıkan Öcalan, 180 derece dönüş yaparak federasyon, özerklik hatta kültürel haklar dahil, hiç bir taleplerinin olmadığını kamuoyuna açıklamıştı. Bu anlaşmaların perde arkasında başka nelerin konuşulduğunu, talep ve vaatlerinin neleri kapsadığını, kısa, orta ve uzun vadede "terörsüz Türkiye" aşamasına nasıl varılacağı konusu iki toplum arasında hala bir muamma olarak durmaktadır.
Tekrar söylüyorum. PKK'nin 40 yıllık pratiği, başta Kürtlere "kurtuluş" ve "özgürlük" vaadi sunmasına karşılık bu kırk yıllık pratikte Kürtlere sayısız zararlar vermiştir. Tekçilik ve inkarcılıkta direnen Türk devletinin "Halkımızı ve devletimizi korumak için teröristlerle yasal ve meşru mücadele veriyoruz" gibi argümanlarına da geçerlilik ve haklılık kazandırmıştır. Bu satırların yazarı, Öcalan'ın PKK'nin silah bırakması ve kendini feshetmesinin her iki ulusun da (Türkler ve Kürtler) yarına olduğunu, barışı ve geleceği (Birlikte veya ayrı) inşa etmek açısından da çok faydalı olacağına inanmaktadır. Bütün muhalefet ve karşıtlıklarını Öcalan'ın şahsında yapan diğer Kürt siyasi oluşumları, bu süreç başlatılırken "Kürtlerin ulusal hakları için hiç bir şey istemiyor" gerekçesiyle bu sürece karşı çıkanlar, aslında bu tekçi ve inkar düzeninin olduğu gibi sürdürülmesi için Kemalist rejimin artıkları emekli subay ve generallerin, emekli üst düzey bürokrat ve politikacıların süreci sabote etmelerine yönelik çabaları ile aynı konumda yer almaları da çok ilginçtir. Öcalan ve PKK yöneticilerine yıllarca ağır hakaretler yapmış bu kesime şöyle bir soru sormak lazım: "Peki Öcalan'dan ne bekliyordunuz?" Gelinen noktada Türk derin devletinin eski paradigmasının devamı için çırpınanlarla aynı kulvarda laf üreterek karşı çıkmak Marksist felsefede "zıtların birliği" dedikleri durum bu olmalı. Bahçeli şahsında Türk derin devletinin bu gidişatı iyi okuduklarını tahmin ediyordum. Devletlerinin bu coğrafyada varlık bekası için farkına vardıklarını ve Kürtlerle yüz yıllık inkar ve düşmanlığı sonlandıracaklarını sanıyordum (Kendi gelecekleri için) 26 Nisan 2025 yılında Kürt Ulusal Birliği’nin temellerinin atıldığı Rojava'nın Qamışlo şehrinde dünyaya ilan edilen bu deklarasyonu eski hastalıklı paradigmalarının tekrardan depreştiğini gördük. Bahçeli de bu koroya dahil olarak çuvalladı.
Aklı başında insanlar (Bu insanların Kürt olmaları da gerekmiyor) bu gelişmeleri nasıl okumaları gerekirdi. Yüz yıldır bütün insani haklarından mahrum bırakılmış, türlü haksızlığa karşı her itiraz ve başkaldırılarda katliamlardan geçirilerek ezilmiş Kürd ulusunun, Ortadoğu’nun bu yeniden şekillenmesi sürecinde, hem sömürgeci devlet hem de cihatçı vahşi terör örgütlerinin aynı zamanda baş hedefi olmaya devam ediyor. Rojavalı genç kadın ve erkeklerin insanlığın baş düşmanı bu vahşiler karşısında verdikleri mücadelede dünya var oldukça hep sevgiyle anılacak kahramanlıklar sergilediler. Dünyanın silah ve ekonomik olarak en güçlü devletleri, sahada bu vahşilerle birebir savaşmaktan kaçınırken bu onurlu kadınlar ve erkekler bedenlerini onlardan her yönüyle kat be kat üstün olan bu vahşilere karşı direnerek 13 bin genç insanını kurban verdi. Bu coğrafyaya hakim olmak ve arkasından da dünyanın tüm medeniyetlerini yok etme tehdidi ile yola çıkan İŞİD vahşeti önünde bu Kürt kahramanlar cesetlerini siper etmişlerdi. Şimdi bu ulusun bir statü sahibi olmasını istemeyen devletler, Kürtlerin bu birliği karşısında paniğe kapılıyorlar. Burada ABD özellikle Fransa ve İngiltere'ye ahlaki, etik ve vicdani büyük sorumluluk düşüyor. 20. yy başlarında Kürtlere uyguladıkları böl-parçala ve yönet felaketini bir nebze de olsa düzeltme imkan ve şartları doğmuştur. Bu durumu siz yarattınız, düzeltilmesi ve normalleştirilmesi içinde ahlaki bir sorumluluğunuz var. Bu saatten sonra hiç kimse Kürtlere eski statükoyu olduğu gibi kabul etmelerini kimse beklemeli. Suriye'de laik, seküler ve eli kanlı Esad diktatörlüğünün "Suriye Arap Cumhuriyeti" dayatması ile, geçmişi kafa kesen cihatçı HTŞ ideolojisi arasında adalet, eşitlik ve özgürlük açısından hiçbir fark yoktur. Şimdi de, Sünni şeriatçı "Suriye Arap devleti" diktatörlük rejimine herkesin biat etmesi isteniyor. Bu talepler, Türk devletinin arzuladığı "Terörsüz Türkiye" amacına hizmet etmez, tersine her yönden şiddeti ve terörü kışkırtan bir tavırdır. Suriye'nin kalıcı barışı, federatif veya ademi merkeziyetçi bir yapı içinde Suriye toplumunun bütün inanç ve etnik unsurlarının kendilerini içinde buldukları evrensel demokratik kriterlere bağlı parlamenter bir sistemden geçer.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.