Sol ya da siyasal hareketlerin tarihini, bir bıçak gibi birbirinden koparmak, hatta karşı karşıya koymaya varan bir ayırıma tabi tutmayı doğru görmüyorum. Örneğin; 1950’li yıllarda siyasal ya da düşünsel mücadeleye dahil olmuş ve halen devam eden arkadaşlarımız var.. Bu arkadaşlarımızı nereden çıkarıp, nereye dâhil edeceğiz; 1950, 1960, 1968, 1978, 1980, 1990 ya da 2000 milenyumuna mı? Bana bu ayırımı yapmak zor geliyor.
1968 ile özdeşleştirilip, “1968’liler” olarak adlandırılan kesim, Dünyadaki devrimci dalganın yükseldiği tarihi bir döneme denk gelir. Bu devrimci dalga; edebiyat, sanat, kültür, insani bağlılığın ve idealizmin, devrimci ruh ve düşüncelerin militanca sahnelendiği, üniversitelerden alanlara ve kitlelere taşındığı bir süreçtir. Halk bunları, “Talebe” olarak değerlendirirken, onların sosyal olarak çıkış noktasına da doğru işaret ediyordu. Bu aidiyet ile ortaya çıkan hareket, devrimci süreci, geçmiş ve geleceği hususunu, aşılan, aşılmayan eksik, aşılan ya da geçmiş zaaflarından prangalarını kırıp özgürleşemeyen yanları da olan bir devrimci dalgalanma yaşandı.
1968, Türkiye ve Kürdistan’da, geçmişin düşünsel ve pratik mirasını arkalayarak, hareketlenmenin ve iç değişimin de yaşandığı bir süreç oldu. Ancak İttihatçı ve devamı olan Kemalist resmi ideolojinin, geçmişte oluşan vesayetçi niteliğini düşünsel katılığını tamamen aştığı söylenemez! Bu 1970’li yıllarda, kendi içine çatışmalı bir yanı da alarak devam etti. Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin şekillenmesinde bu çok bariz görüldü.
1968’de, daha 19 yaşında iken devrimci mücadeleye dâhil olan ve 20 Şubat 1978’de, Dev-sol ve Devrimci Yol gruplarının ayrışması –ki siz bunu Kürdistanda Türkiye Solu’nun çözülmesi olarak da okuyabilirsiniz- aşamasında bir devrimci önder olan Ali Rıza Koşar öldürüldü. Bu nedenle bu konu üzerinde durmayı önemli buluyorum. Çünkü Ali Rıza Koşar’ın dedesi 1905’te çağrıldığı askerlikten dönmezken, oğlu Drêh Dayı henüz bir yaşını doldurmamış ve yetim büyümüştür. Sonra Drêh Dayı 20’li yaşlarında 1925 Kürt Direnişi ile buluşur. Ali Rıza Koşar, 20 Şubat 1978 günü toprağa düşerken oğlu Rabûn daha bir yaşını doldurmamıştı. Bu, artlarında yetim bebeler bırakarak nesil mücadele ile geçen bir yaşamı nasıl sürdürerek varolagelen bir Kürt aile tablosudur.
1920’lerden 1940’lı yıllara kadar Türkiye sol hareketine hâkim olan İttihatçı kadrolar ya da onların tedrisatından geçmiş, etkilenmiş ve etkili olan esas kesimin ise genç subaylardan oluştuğu gözden kaçarılmamalıdır. Oysaki Avrupa’daki burjuva devrimlerine yön veren aydınların ekseriyeti, devlet ile bağları ve bağıntıları olmayan, memur olmayan ve tedrisatı devlet dışından alıp gelenlerdir. Onların devletli düşünsel önderliği belirleyici olmuştur. Avrupa’da ki burjuva demokrasisi olarak belirtilen mücadele, toplumsal ortaklık sözleşmesini halkta buluşturup harekete geçerken, devlet düşüncesinden en az etkilenmeyi sağlayan önemli bir faktördür, Türkiye’de ise aksi bir hal varolageldi.
1911- 1946 yıllarında halkların imha edilerek, Türk İslam ideolojisinin resmi ideoloji haline getirildiği, başka milletlerden, halklardan, kültürlerden bahsetmenin ölümcül bedellerle ödendiği bir süreci yaşadı. Örneğin Kürtçe konuşanlardan kelime başı pekçok hakaretlerin yapıldığı ve para cezasının kesildiği bir dönemi yaşadı. Bu dönem Türk milletini yaratma adına, resmi ideolojisini şekillendiren ve iktidarı elde eden alaktonlar(dışarıdan gelenler), otokton(yerli) halkları şiddetli bir inkâr ve imha siyaseti ile tasfiye etti. İttihatçı “sol” da Kürtler başta olmak üzere, diğer halklara yapılanları “modernite”, “gericiliğe karşı mücadele” olarak sistemin cephesinde yaşanan total jenosidin propagandalarına paralel düşüncelerle karıldı. Oysaki Kürtler, gerek İngiliz ve Fransızlara karşı mücadelelerinde, gerekse de ülkelerini işgal durumunda tutan bölge devletlerine karşı geniş, bölgesel ya da yerel düzeyde kalan direnişleri ile hep ayakta kalarak varlıklarını sürdürürken, Ermeni, Rum, Pontus gibi halklar ise vatanlarından “arındırıldı” sürüldü, çürütüldü.
1946-1958 yıllarında Kürt cephesinde iki önemli gelişme yaşandı. Bir yıllık ömrü olsa da Mehabat Kürt Cumhuriyeti kurulup dağıtılmış, önderlerini Çarçıra Meydanı’nda berdar/iddam etmişlerdi. Kendisi Güney Kürdistan’ın Barzan mıntıkasında dünyaya gözlerini açmış, ancak Doğu Kürdistan mücadelesine katılmış Mehabat Kürt Cumhuriyeti’nde askeri erkânın komutanı olmuş Melle Mustafa Barzani, Mehabat Kürt Cumhuriyeti’nin dağılışında uzun bir yürüyüşle Sovyetlere sığınmış, on yıl sonra geri dönerek Bağdad’ta yeniden Kürt-Arap otonomi görüşmelerine başlamıştır. Kürdistan ve bölge sathında Kürt sorununu yeniden aktüel kılmıştır. Ancak bu aktüel durum, 1916’da oluşan ve 1920’lerden sonra derinleşerek yayılan dünyadaki anti-Kürt nizamı çözmeye yetmemiş ve ardındaki Kürt hareketi ve solunun şekillenmesi ‘1961 Eylül Kürt direnişi’ yeniden çatışmalı bir düzeyde Güney Kürdistan’da yeni bir boyut kazanmıştı.. Bu süreç aynı zamanda Türkiye’de ‘49’lar Davası’ olayının tezahür etmesi ve 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin de vesilelesinin en önemli ayağı olarak karşımıza çıkmıştı.
Kürt siyasal ve düşün hareketinde ve buna bağlı olarak Türkiye devrimci hareketinde, resmi ideolojinin ele alınarak buna ilişkin 1968 irdelenirken, Süleymaniye merkezli 1938-1942’deki sosyalist gruplardan, Şoreşgeran, Yekbûn, Rızgari, Kürdistan Kominist Partisi ile Güney Kürdistanda Xoybûn ve sonrasındaki sosyalist aydınların Kuzey Kürdistan üzerindeki etkileri unutulursa eksik kalır, yanlış anlaşılır.
Zira 1959’da başlayan “49’lar Davası” Güney Kürdistan’daki harekete karşı, “tedbir mahiyetinde” İstanbul ve Ankara’da cılız olan Kürt Aydınlarına karşı gerçekleşen bir operasyondu.. Bunun ardında, “23’ler Davası” ile “Deng Dergisi” de dönemine göre önemli tarihsel sonuçları olan durumlar yarattı.
1968’e gelindiğinde, artık Kürt sorunu, Resmi ideoloji Kemalizm konusu, başta Kürt kesimleri arasında tartışılmaya başlandı. Bu konuda 1968’de KAK grubunun da kurucusu olan Çeko(Hikmet Bulut Tekin)nun, Türk Ordusu üzerinden Kemalizmin “faşizan karekteri”ni dillendiren yazısını görürüz(Bkz. Dr. Şivan/Sait Kırmızıtoprak-, Selahattin Ali Arık, İBV Yayınları). Yine Dr. Şıvan’ın, Haziran 1970’te “Feridun” mahlas ismi ile “T-de KDP Kongresi”ne sunduğu politik raporunda, Türkiye Devleti’in; “Faşist sömürgeci soykırımcı, askeri bürokratik diktatörlük”(age.) olarak tanımlar. Türkiye solu ise daha o yıllarda, bu tartışmaların uzağındadır.
Ancak bu dönemde bir araştırmacı olarak Sosyolog İsmail Beşikci, Kürtlerin sosyal ve etnisit durumundaki ayrılığı fark etmiş, konuya ciddiyetle eğilmeye başlamıştır. Bu araştırmaları İsmail Beşikci’yi, Türlkiye’deki düşün alanında resmi ideoloji ve Kemalizmin eleştirisini en ciddiyetle ele alıp yapan kişisi olarak tarih sahnesine çıkarır.
1968’in sonlarında, 1970’in başlarında İbrahim Kaypakkaya TİİKP saflarına katılır. “DABK” sorumlusu olarak, Malatya, Urfa, Diyarbakır, Elazığ ve Dersim bölgelerinde faaliyete katılırken, Kürt ulusal varlığı ve tarihinde, devlete karşı direnen yaşlıların anlattıkları anıları ile karşılaşır. Aynı dönemde sol, olgulara pek içeriden bakan değil, fakat dışarıdan gelen ideolojik rüzgârın etkisiyle kavrayan ve değerlendiren bir durumda iken, İbrahim Kaypakkaya tıpkı hemşerisi İsmail Beşikci gibi, içerden bakmaya yönelir. Bu yöneliş, onu siyasal olarak Türkiye Sol Hareketi’nin Kemalist değerlendirmelerinden uzaklaştırmaya ve ardından eleştiriler yapmasına yolaçar. Dr. Şıvan ve Çeko’nun eleştirilerini de ele geçirince, Kemalizm ve devletin niteliğine ilişkin düşünceleri netleşir ve “Faşit askeri burokratik diktatörlük” olarak nitelendirir. Bu nitel değerlendirme, İbrahim Kaypakkaya’yı ona uygun siyasal örgütlenme ve pratiğe yöneltir. Ulusların Kendi Geleceklerini Belirleme Hakkı konusunda, Türkiye sol hareketi içinde 1970’lere kadar siyasi olarak asla takınılmayan tavrı geliştirir ve “Kimin önderliğinde olursa olsun, Kürt ulusal direnişine saygı duyulur ve destek verilir” tespitine varır. Ayrıca “Ulusların Kendi Geleceklerini Belirleme Hakkı, Kürtler açısında ayrılıp kendi devletlerini kurma” olarak tanımlar. İbrahim Kaypakkaya bunu, “demokrat olup olamamanın bir kıstası” olarak tanımlayan ilk Türkiyeli siyasal önderdir.
Ayrıca İbrahim Kaypakkaya, “İttihat ve Terakki Cemiyeti(İT-C), Alman emperyalizminin işbirlikçisidir” tespitini yapar ve onun yaptığı soykırımları gözlemlerken, bunları analiz ederek derinleştirmeye zamanı olmaz. Yine TKP’lerin Kuruluş, kadro durumu, ideolojik şekillenişleri hususunu derinlikli inceleyemez. 1920’de Bakü de kurulan TKP ve kadrolarının durumunu, Mustafa Suphi’nin başkanlığını yaptığı TKP ve diğer TKP’lerin çekişmesini, TKP’nin İT-C kadroları tarafından kuruluşunu, İT-C içinde Enver Paşa, Mustafa Suphi ve Mustafa Kemal’lerin siyasi çekişmeleri ve bu çekişmeler neticesinde Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının öldürülmelerini(Daha geniş bilgi için bkz. “Ahmet Önal, “Devşirmeler ve Devletsizler, Pêri Yayınları, Mayıs 2018, İstanbul) öğrenme imkânını bulamaz. Bu nedenle bir öngörü ile onların Türk milliyetçisi olduğunu fark etmeksizin, “Komünist ve onların takipçisi” olduğunu kabul eder. Ancak İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinden sonra, onun “Şafak Revizyonistlerinin Eleştirisi” çerçevesinde yaptığı elelştirilerde belirttiği önemli bilgileri, “Onu takip ettiğini” söyleyenler tarafından değerlendirilerek, geliştirme yolunu izlemez. Bu nedenle Türkiye siyasasi arenasında, Kemalizm konusuna ilk ciddi ve köklü eleştirileri yapan insan, İbrahim kaypakkaya’dır.
Bu arada belirtmek gerekir ki, Kemalizm ve resmi ideoloji konusunda, 1960’lardan günümüze kadar, İsmail Beşikci, düşünsel alandaki eleştirilerini gözlemleyerek bugüne kadar geliştiren ve geliştirmeye devam eder durumundadır.
Bilmek gerekir ki, Kemalizm ve resmi ideoloji karşısında tutum almış, eleştirmiş, İbrahim Kaypakkaya ve İsmail Beşikci’ye ışık olmuş bu ana düşünceler, ilk kez Kürt aydınları, Kürt siyaset ve düşün insanları tarafından yapılmıştır. Bu tarihi gerçekliği teslim etmemek doğru olmaz. Ancak Kürtlerin yaşadığı, gözlemlediği ve tespit ettiği bu düşüncelerin geliştirilmesi, farkındalık yaratılması, yaygınlaştırlması, tartışılması hususunda çok sayıda insanın, aydının, hareketin emeği olmuştur ve vardır.
(Sancı Dergisi)
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.