İlkesel duruşun özünü günü birlik nicel olana kurban edilmeyle bir başka ağacın gölgesine koşmanın getirisi ne olabilir ki! Soyut olanı somuta baş tacı etmekle, yüzeysel çıkarlara odaklı süreçlere bel bağlamanın yolu nereye çıkabilir ki! Lâkin ne yazık ki, tüm bunlara rağmen başı boş ilkesizliğin kalıbına sığdırılan ezberlerin yatağında uykuya dalmanın hikâyesi devam ediyor! Böyle olunca da toplumların geleceği belirsiz olanların mezarına gömülmüş oluyor! Yani sözün kısası, ilkesizliğin çıkarları ile güncelleştirilmiş bir bilinmezliğin hayal kırıklıklarına mezar taşı oluyoruz!
Hani Aristo diyor ya "Kişi ya da oluşumların ezberlerden kurtulması için ezberlerin dışına çıkmaları gerekir. Çıkabilmeleri için de çok derin hayal kırıklıklarını yaşaması gerekir" demesine demiş ama ne yazık ki, Aristo’nun dedikleri tüm dünya toplumları için ne kadar geçerli bir gerçek olmuşsa da geçmişin yanlışlıklarına kapanmış biz gibi muhafazakâr toplumlarda derin hayal kırıklıkları bile bir işe yaramaz oluyor! Kendi varlığına gölge edebilir ağaç olmayı değil de bir başka çıkara gölge eden ağacın gölgesine alışmış bir topluma dönüştük?
Kendi varlığımızın gerekleriyle kaynayan tencerenin altındaki ateş olmaktan daha çok bir başka varlığın gerekleriyle kaynayan tencerenin altındaki ateşi dizayn eden maşası olmaya gayret etmişiz! Ve ne yazık ki, böylesi bir yetmezliğin faturasını, yaşanan yetmezlikler bağlamında sorgu sual edilmiyor! Sorgulanmayınca da kendi hassasiyetimize değil de bir başkasının hassasiyetine odaklı olmaya mahkûm oluyoruz. Böyle olunca da kendi varlığımızın gereklerinden daha çok bir başkasının gereklerini koruyacak beyaz atın beyaz kanatlı melek rolü oynamak kalıyor bize. Kendimize özgü varlığımızla kendi gerçekliliğimize not düşürmek yerine Meral Hanımla Bay Kılıçdaroğlu arası bir tercihe mahkûm kalmak kadar hazin bir başka hikâye olmasa gerek.
Bu gidişatla ne olacak ehvalımız sevgili Nalan?
Ah be Hocam, sorgulama duyumuzu körleştirip beynimizi satış panosuna astıran şu müritlik tarafımız olmasaydı! Bak o zaman bizi bizden çalan şu müritlik tarafımızı nasılda realitenin gerçeğine kurban ederdik! İşte o zaman oranın buranın yemlikleriyle sen ben kavgasına kurban edilen gerekçelerimize tekmeyi atardık. Ah be Hocam, oraya buraya sallayıp savrulan hani şu taktiksel denilen geçiş evrelerinden bir kurtulabilsek! Sen bak o zaman teorik hayallerimizi nasıl da hayale koşan koşu bandından çıkartırdık! İşte o zaman taktiksel geçiş evreleriyle kiraya verdiğimiz aklımızdan kurtulur olurduk. Belki o zaman kendimize özgü gerçeklerle nasıl da oynaştığımızı anlamış olurduk.
Ah be Hocam, “şu Kürtlerin ahvali ne olacak?” diyorsun ya, Kürtlerin geleceğini Millet ittifakı denilen bir meçhule peşkeş çekmeye çalıştığımızı mı anlatayım! Yoksa önü arkası Perinçek’le Bahçeli’nin beka takozlarıyla Kürt’lerin inkar Protokol’ün ucube tarafını mı anlatayım. Yoksa düşünce karmaşamızla geleceği nasıl boynuzladığımızı mı anlatayım?
Ah be Hocam, yarım yamalak yaptıklarımıza kendimize dizdiğimiz methiyelerden başka ne bıraktık kendimize bilmiyorum ki! Keşke kendimize insan olmamızın gereklerini ya da siyasi aklın asaletini bir nebze canlandırıp “aha biz buyuz!” diyebilseydik! Belki o zaman devraldığımız insanlık mirasını nasılda kendi kısır varoluşumuza kurban etiğimizden ders çıkarırdık: İşte belki o zaman bir çok örneği ile ,siyasi tüketiciliğe nasıl da hayat verildiğini mı anlatayım! Ah be Hocam, günübirlik gel gitlere odaklı Kürt’lerin bu siyaset mantığına bir son verilebilse! Belki o zaman şu bu gerekçelerin taktiksel manevracıları devre dışı kalıp Kürt’lerin kendisi ile buluşmasının yolu açılırdı. Bak gör o zaman umudu umutsuzluğa dönüştüren yetmezlikler nasılda dönüşüm evresine dönüşürdü. Ve işte o zaman Kürt’leri inkar eden beyaz ırkçıyla, Kürt’leri bir başka bahara havale eden kırmızı ırkçının aynı olduğunu anlardık.
HÜSEYİN AKINCI
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.