Her şeye rağmen savaşın doğurduğu barış çocuğunu yaşatmalıyız, çünkü kendi siyasal ruh dünyalarının gerektirdiği biçimiyle ve siyasal sorunlara hakimiyet kuran statükocu anlayışlarıyla doğan barış çocuğunun büyütülüp ayağa kalkarak adım atmasına katkı sunma kıtlığı bu kadar ortadayken savaşın tüm vahşi desenleriyle doğan barış çocuğunun sağlıklı adımlamaya kalkışması zor olur elbet.
Gebelik sürecinden doğuşuna kadarki süreçte, kendi egolarıyla müdahaleciliğe oynayan İran’ın, ebelik görevi üstlenen Suriye’nin, bakımına can atan ırak Maliki’siyle, diğer inanç ve halkların varlığının resmi ideolojisiyle haşır neşir olan Türkiye’nin, barış ve halkların kardeşliğini selamlayacak adımlanmalarla özlemi çekilen barış çocuğunun sağlıklı yürümesi hayal gibi bir şey olsa da yinede bu umuda sarılıyoruz ve sarılmak zorunda bırakılıyoruz maalesef!
Yüz yıllarla tarif edilecek tarihi şekillenmenin temel prensibi sayılabilecek jenosit mantığına ayarlanan siyaset ve sistemin varlığıyla sürdürülen tahakkümü, bu topraklarda barış ve kardeşliğin ne kadar zor bir mühendislik olduğu son bir kaç günden beri yaşanılan gelgitlerden dahi görmek mümkündür. Soykırıma uğratılan Ermeni halkına, “Fermana Fılaha” ile bilinen Süryani halkına karşı girişilen katliamlar, “Yaratanı Yaratandan dolayı severiz” den tam aksi bir mantıkla, Kürt Êzîdileri, Helenci Rumları, Asuri ağacın kökleriyle dallanan Asurî ve Keldani toplulukları fermanlarla kılıçlardan geçiren bir zihniyetin egemen olduğu bu topraklarda barışı sağlamak demek insanlığı tüm insani erdemlerle ayağa kaldırmakla eş değer gibidir.
Bu coğrafyada yaşayan halkların tüm özgünlükleriyle bu topraklardan arındırılmasına odaklanan düşüncelerde değişim yaşanmadığı sürece yeni alicengiz oyunlarıyla statükoya odaklanan Türk milliyetçiliğinin kendi varlığının hazinesine yaşayan diğer halkların değerleriyle kendi varlığını zenginleştirmekten ötesine gitmeyeceğine benziyor gidişat. Zaten bundan dolayı değil mi ki Türk ulusunun, Türk usulü devletleşmesinin ortaya koyduğu yörüngenin sebebi, dolayısıyla, inançlar temelinde özgürlükler olsun halkların halksal özgünlüler temelinde demokratik talepler olsun, Türk usulü ulus devlet mekanizmasının hazinesine kendi değerlerinden feragat etmeleriyle katkı sunmayanlara yaşam ve yaşatma hâkkı tanınmamıştır.
Oysaki inanca saygı ve halkların varlıklarını kabullenme de ciddi bir sorun yaşanıyorsa eğer ve özelikle bu sorun toplumda talep olarakortaya çıkmışsa ve sorunların bel kemiğini teşkil edebiliyorsa hala çok ağır bedellerle savaşın doğurduğu barış çocuğunun özgünlüklere ve özgürlüklere tırmanan merdivenlerden tırmanması gelişecek tesadüflere bağlı olacaktır. Düşünce mantığının merkezinde barışa ve kardeşliğe uygun kavramlar yerleştirilmedikten sonra ve özelikle de buna uygun politikalar geliştirilmeden asla ve asla kabulü mümkün olmayacak bir yüz yıl daha bu sorunlarla yatağa girip barışı hayal eder ve edeceğiz maalesef. Tabii ki akacak gözyaşları, kan ve revanla çekilecek acılarla!
Türk demokrasisinin diğer inançlara ve halkların kendi özgünlüklerine göre çerçevesi ve sınırları evrensel değerlerle belirlenmese eğer… Demek oluyor ve olacak ki Türk devletinin oluşum felsefesindeki en büyük vahşet olan inkârcı Türk usulü ulus devlet projesi devrede olacak demektir. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin kendi istem ve özlemlerdeki nitel değişimlere paralel Türk usulü ulus devlet mantığında ki değişimler yaşanmasa eğer, dolaylı olarak savaşa yol açan zihniyet; kendisinden olmayan halkların ve özelikle de sunnî eksenden ayrı inançlar üzerindeki baskı ve tahakkümüyle birlikte yepyeni bir yüz yılla ye yeni alicengiz oyunlarıyla merhaba demekten başka bir çözüm anlayışı ortaya çıkmayacaktır…
Siyasetin dilinin savaşın namlusundan çıkan öldürücü merminin seviyesi tarzında yürütülmesi dahi acı ve tahripkâr savaşın doğurduğu barış çocuğunun ne derece de büyütür kuşkuludur elbet.
İnkâr ve yok etmenin dışında hiç bir dil öğrenmeyen ve özelikle de öğrenmeye yeltenmeyen Türk usulü ulus devlet dili barış dilini öğrenmeye çaba göstermese eğer, barışçıl yaşamanın özgürlük vadisini insan kanıyla sulandırılması devam edecek demektir. Sözün kısası, Türküyle Kürdüyle ve diğer tüm halkların haklarının kapsamında bulunan barış çiçeklerinin sulanmasıyla işe konulmalıdır. Şiddet, irade dışında ki koşulların dayatması “ben bilirim ben çözerim” şeklindeki geri ve gündemden düşmüş tekçiliklerle bir halkı teslim almak yad a bir inancı baskı altında bulundurmak demek, savaşı üretmekten başka bir sokağa çıkmaz. Dolayısıyla, Kürtler ve inanç sahibi olanların hakların öngördüğü talepleri teslim edilmedikçe, savaşın doğurduğu barış çocuğunun elini tutup özgürlük parkında özgürce yaşamasını sağlayamayız maalesef.
Yani sözün kısası ve özlemlerimizin temel amacı, insani değerlerin, insanlık adına daha fazla tahripkâr olunmaması için savaşın doğurduğu barış çocuğuna sahip çıkmak hem Kurd siyasal öncülerinin hem de Türk usulü ulus devlet ganimetine alışmış Türk siyasal erklere düşmektedir. .
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.