1990 yılıydı. On beş bilemedin on altı yaşlarındaydım. Köyümüzün doğal yapısından kaynaklanan köy kavgalarının dışında daha büyük kavgaların başladığını duymaya başlamıştık. Kaldı ki bu kavga, dağları, nehirleri, tel örgüleri ve mayınları dahi aşıp koca bir memleketi sardığını çıplak gözlerimizle tanığı olmaya başlamıştık. Nazlı benden birkaç yaş benden büyük olan ablamdı. Adı kadar nazlı ve uzun boyluydu. Kırk tane örülü kezisi vardı onun. Bu kadar alımlı ve güzel oluşuna kahroluyor, acılar içinde kıvranıyordum. Bir delikanlı olarak gençlerin ona yönelen bakışlarına tahammül edemiyordum. Ben uzamış boyuma rağmen, ama yaşama doğru dürüst anlam veremeyen, evin şımarık delikanlısı olmaya devam ediyordum. Onun için de alımlı bacıma yönelen bakışlara tahammülüm yoktu. Erkeklerin biçimlendirdiği yaşamın kahrolası geleneklerin etkiyle Nazlı bacımın sevme ve sevilme hakkının olduğu bilincini daha yakalayamamıştım.
Sevme ve sevdalı olma bir kızın hakkı olabilirdi ama bacıma tanımam söz konusu bile değildi. Onur, gurur ve namus kavramı babamın namus değer yargılarının yerini almış yepyeni bir yetişme delikanlısıydım. Yani babasının yolunda yürüyen oğluydum. Bu anlayış bende yavaş yavaş kemikleşiyordu âdeta. Çünkü babam ve atalarımın namus yargısı kadın ile erkek ilişkisine indirgenmişti. Ben de onların yeni yetişme varisi durumundaydım. Böylece gerekli namus kavramı ve erdemler değil de egemen erkek geleneksel namus yargılarının bekçiliğini yapma görevini kendime biçmiştim. Bundandır ki, kardeş sevgisini mayınlamış, Nazlı bacımla yıldızım hiç barışamazdı. Köyümüzün yeni yetişme delikanlılarının Nazlı bacıma olan bakışları ise namus bekçiliğine dört ele sarılmamı daha da kamçılıyordu.
Nazlı bacım ise namus değer yargılarını önemsemeyen bir davranış ile sevdalanmış, bunu da açıkça belli ediyordu. Ama bir Leyla Kasım, bir Berivan ya da Mizgin\'in sevdasına sevdalandığını bilmiyordum. Sevdalısına kaçıp kavuşacağı günler öncesiydi, “Gel deli dolu kardeşim ve namusumun bekçisi!” diye yanına çağırdı beni. Gözünü göz mekiklerime kilitleyerek “Bak deli dolu kardeşim, sevdama kaçıyorum ben” dedi. Boğazım kurumuş dişlerim birbirine kilitlenmiş, saçlarım diken diken olmuş, damarlarım ise donmuş, taş kesilmişti.
Omzuma atılmış elinin sıcaklığı bir ananın sıcaklığına çok benziyordu. Diğer eliyle porikli saçımı okşayıp taradı. İnce ve narin dudaklarıyla anlımın ortasına bir öpücük koyarak, “Demek benim deli dolu kardeşim Nazlı bacısının sevdasını anlayamamış” diye konuşmaya başladı. “Demek ki, deli dolu kardeşim Nazlı bacısının yüreğinde yanan volkanların basit bir sevda olduğunu sanmış. Demek deli dolu kardeşim Nazlı bacısının namusuna leke süreceğini anlamış. Demek benim deli dolu kardeşim Nazlı bacısının aile kavramıyla oluşan namus yargısını evrensel namus yargısıyla yer değiştirmesi için uğraştığını anlamamış. Demek ki porikli kardeşim kadının namusunu beş paralıklarla pazarlayan karanlık odakların tanrısal pazarlarından alıp, evrensel değerlerin, özgürlüklerin özgür bahçesinde özgürlüğün baş tacı yapmaya çalıştığımı anlamamış. Demek ki deli dolu kardeşim aile namusuna leke sürmekten daha çok aile namusunu kurtarmaya yeminli olduğumu kavrayamamış. Bak deli dolu kardeşim, gözümün içine bak” Dediği gibi gözümün içine baktı. Sonra da: “ Evet, evet özgürlüklere ve özgürlüğüme sevdalıyım ve sevdam için ne tür bir bedel ödemem gerekiyorsa elbette ki öderim. Ama başınızı öne eğecek klasik bir özgürleşmeye, kaçkınlığın peşinde de olmayacağım bilmelisin.“ dedi.
“Evet, içim volkanlar gibi yanıyor ama yanan volkanın Nazlı bacının kişisel ihtirasın volkanı değildir be deli dolu kardeşim! Beni bir gün anlayacaksın ve özgürlüklere sevdamın karşısında sen de sevdalanacaksın be porikli kardeşim! Kim bilir belki de gün gelir anlaşılmazları anlaşılırlarla çözer ve kavrarsın. Ve o zaman da uzaklardan dahi olsak hayalinle koşup koşup boynuma sarılarak anlımın tam da ortasında ‘iyi ki varsın’ diyerek Nazlı bacını içtenlikle öpeceksin. Ve hemen arkasından da böyle bir Nazlı bacının olduğu için başın dik porikli yandaşların arasında gezinip esas namusun, esas onur ve gururun anlamını anlayıp anlatacaksın. Ve Nazlı bacını andıkça esas anlamlı namusun kutsal denizlerine kulaç atar durursun. Ve eğer gün gelir buluşamazsak mezarımı bulmaya ve kendini bana anlatmaya çalışmalısın. Ben seni huzurlu bir sessizlikle dinleyeceğim ve yerin yedi kat altında bile olsam seni duyacağımı unutma emi! Yani anlayacağın sevdalarımla volkan gibi olan yüreğimdeki kadınsal özgürlüklerimi ayaklar altına alanlarla kavga etmeye yolcuyum ve özgürlüklerimle yoğrulan özlemlerime olan bağlılığımı, sadakatimi kanıtlamaya yeminliyim be, deli dolu kardeşim.”
“Evet, evet sevdamı küçük görenlere ne kadar yanıldıklarını göstermeye çalışmalıyım, sana ve senin gibilere özgürlüklere olan sevdanın gerçeğinin ne tür bir yücelik taşıdığını bedel ödemişliğimle öğretmeliyim. Ve en önemlisi nedir bilir misin benim deli dolu kardeşim? Uçan kuşlara kur üstüne kur yapmak için özgürlüklere ve özgürlüğüme havalanmalıyım. Mem ile Zin’in sevdasını bir avuç toprakla kutsamak için, Dervişê Evdî ile Edîlê’nin mezarlarından kalkıp sevdamı kıskanmalarını sağlamak için. Ve en önemlisi Mustafa Barzani, Şeyh Said ve Seyit Rıza’nın şahsında binlerce şehidin önünde saygıyla eğilerek ‘Kürdistan’ın özgürleşmiş Kürt kadınıyım’ diyerek huzurlarına çıkmalıyım. Evet deli dolu porikli kardeşim, özgürlüklerimle özlemleşen sevdamın sevdalısına koşar adımlarla koşuyorum. Özgürlük sevdasının görkemli bilinciyle, yaşamımı özgürlüğün yaşamıyla birleştirerek el ele tutuşup aha şu Bagoklardan Zagroslara, Xecê ile Siyabend’in ‘Sipanê Xelatê’sine ve her karış ana toprağında esas sevdaların türküsünü söyleyerek. Kürdistan’ın özgür kadınına selam göndermek için. Yıldızların her bir köşesine Kürdistan kadınının özgürlüklere olan aşkını, özlemlerine olan sevdasını yazdırmak için.”
Yağmurlu ve fırtınalı bir geceydi. Yağmurun tane tane damlaları altında rüzgâr Nazlı’yı alıp götürmüştü. Nazlı sevdasına koşar adımlarla koşmuş gitmişti. Çok sevdiği anasını ve saygıda kusur etmediği babasını “sana emanet ediyorum” diye not bırakmıştı. Notun altında “porikini iyi tara” diye ikaz etmişti. Nazlı’nın gidişi köyümüzün otuz köyün ötesindeki köylerde dahi duyulmuş, konuşulmaya başlanmıştı.
Anam, Nazlı’nın hasretinden biraz daha kamburlaşmıştı. Babam ise boyuma posuma bakar bakar bir şeyler anlatmak ister gibiydi. Ama yine de içinden beni Nazlı bacısına sahip çıkmayan biri olarak içinden geçirdiği besbelliydi. Uzun günler daha uzuyor, sanki birer ay kadar uzuyordu. Geçen zaman süreci benim için özlem ve merak deryasına dönüşmüştü. Nazlı bacım sevdasına varmış mıdır? Sevdalısı ona kucak açıp bağrına basmış mıdır? Hayalimle bulut oldum, kuş oldum, kelebek oldum, kartal oldum dağların doruklarında onu gözlemeye çıktım ama Nazlı’nın özgürlük bahçesine hiç ama hiç rastlayamadım. Kim bilir belki de İlahların ayetleriyle oluşan karanlık duvarlarla örülen setler mani olmuştu görmeme.
Aylar inatçıydı, özlem tanınmaz dengesizliğin içindeydi ve bana emanet ettiklerine sahip çıkmakla meşguldüm. Anısına, sevdasına ve emanetine saygı duymak benim en vazgeçilmez tutkularım olmuştu artık. 1996 senesiydi, meleklerin Stara tanrıçası ile Ana toprak anlaşmışlardı. Nazlı bacımın en nazlısı en kutsalı ve bana emanet ettiği Anasını benden alıp yanlarına çağırmışlardı. Şaşkın ve çaresizdim. Stara ananın istemini ve ana toprağın özgür kadın anamıza olan özlemi geri çevirmek olmazdı. Ana tanrıça ile ana toprağın istem ve özlemlerine boyun eğmiştim. Nazlı bacımın bana emanet etiği Anamızı esas anaların anası olan toprak anaya uğurlamıştım. Nafile gözyaşları ile duyguların içinde boğulmuştum. Nazlı bacıma göndermek için bir not yazmıştım, güvercinlerin kraliçesine diz çökmüş yalvarıp yakarmıştım. İklimler değişmiş, kışlar sertleşmişti. Yıldırım çakmaları çoğalmış yer yer toprak kaymaları olmuştu. Nazlı bacımın emanetine sahip çıkacak kudretim kalmamıştı. Onun için de hıncımı porikime dökmüştüm. Artık pörikimi kesmiş, köyümüzün namı şanı belli olmayan Hucrike ziyaretine çıkmıştım. Yıldızlara el sallayan Bakok Dağına uzun uzun bakıp yeminimi etmiş, Nazlı bacımın sevdası önünde engel olan taşları kayaları kırmaya karar vermiştim.
Bir şafak vaktiydi. Kuşlar, kelebekler beni kuşatıp yiğitlerin dergâhına, Mazlumların okuluna atmışlardı. İki bin yılının Mart ayıydı, saat beş civarlarıydı. Birdenbire yüreğim daralmış, küçülmüştü. Ciğerimin nefes alışı durmuş, çalışmaz olmuştu sanki. Beynim ise olur olmaz hayallere kapılmış, dizlerim titremeye başlamıştı. Civardaki kuşlar kanatlanıyor, uçuşup uçuşup ağıtlar yakıyor gibiydi. Kış olmasına rağmen toprak ana yarıla yarıla birine ”haydi gel gel!” diye kucak acıyor havasındaydı. Yıldızlar hüzünlüydü, gökyüzü karalara bürünmüş, güneş ise utancından olsa gerek kayıplara kayıt olmuştu. Bulutlar damlacıklarıyla ana toprağın tanrılarına ayetler yollama telaşına girmişti. Rüzgâr ise ayetler eşliğinde ilahiler söylemeye başlamıştı. Karanlık aydınlığa meydan okuyup “aha ben geliyorum” diyordu. Sisli havanın puştları ve onursuzları namaza kalkmış “bin şükürler olsun” diye dua ediyorlardı. Onurlu halayın halaycıları geçmişten geleceğe bakıyorlardı. Beyazlara bürünmüş melekler gökyüzünün azmanından kafile kafile iniyor, ellerinde Stara ananın yazılı emirnamesi ile bir evladı alıp şahadetin köşklerine yerleştirmek hazırlığı içindeydiler.
Nazlı bacım ise kelebeklerle, ağustos böceklerine bir kaç mısra yazmış, “bu benim sevdamdır, uğruna sevdalandığım özgürlük sevdamı deli doluya anlatın” diye eklemişti. Nazlı bacımın sevdasını almış beyin hücrelerimin döşeli köşküne yerleştirmiştim; yüreğimin tam ortasında bir mezar kazdırmış ciğerimin bir parçasıyla mezar taşını yapmıştım.
Bıyıklarımın her kılından bir çiçek türü ekmiş beybunlara, sosınlara, nergislere, reyhanlara çok önem vermiştim. Damarlarımda dolaşan kırmızı kanla her tarafını sulayarak sevdalının sevdasıyla mayalanmış bir bardak kırmızı şarap içerek mest olmuş gibi bu yüce sevdaya ben de sevdalanmıştım. Diyarlara dağları aşındırmış, sevdalıların sevdasıyla halaya kalkmıştım. Yüreğimin ta ortasında Nazlı bacım için kazdığım mezarın yanı başında kendim için de bir mezar kazmıştım.
HÜSEYİN AKINCI Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.